RSS Feed for This Post

Oscar Alan İlk Kadın Yönetmen(miş)

Oscar ödüllerinin verileceği zaman yaklaşınca bir koşuşturmacadır alır sinema sektörünü. Tahminler havada uçuşur. Tahmini tutan sinema eleştirmenleri, eleştirmen apoletlerinin üstüne bir yıldız daha ekler, tutmayanlar ise bir süre suskunluğa bürünürler.

Türkiye’den Oscar adayı olacak filmlerin belirlenmesi sırasında da benzer şeyler yaşanır. Hangi film belirlenirse belirlensin, o film yerine bir başkasını öneren, Oscar’a onun daha çok “yakışacağını” söyleyen eleştirmenler arasında yoğun tartışmalar yaşanır.

Oscar ödüllerine sinema sektöründe bu kadar önem verilmesinin birinci sebebinin, sanat değil endüstri meraklısı  sinema eleştirmen ve yönetmenlerinin çokluğu olduğunu düşünüyorum. Bir sinema yönetmeni, ne kadar “büyük bütçeleri” idare ediyor ve büyük mühendislik projeleri gibi ortaya “faydalı” bir sonuç çıkarıyorsa o kadar başarılıdır bu tip eleştirmenlere göre. Böyle bir anlayışın baskın olduğu sinema dünyasında, Oscar alacak filmlerin de bu anlayışın ürünleri olması kadar doğal bir şey yok. Ortaya çıkan ürün ne kadar büyük bir prodüksiyonsa, verilen parayı ne kadar verimli değerlendirebiliyorsa, ödül alma şansı da o kadar yükseliyor.

Oscar ödüllerine aday olan ya da bu ödüllerden en önemlilerini alan filmlerin, genellikle vasat bir seyirci düzeyine hitap ettiğini düşünüyorum. Aslında böyle olması da son derece doğal! Zira endüstri, o endüstrinin ortaya koyduğu ürünü ne kadar çok kişiye satabiliyorsa o derece başarılı kabul edilir. O sebeple, sinemada Oscar alan filmlerin önce para verene, sonra da o ürünü satın alacak olana bağımlılığı son derece doğal bir sonuçtur. Böylece ortaya, kendi sanatsal “yaratısı” için uğraşan sanatçı-yönetmenler değil, piyasa koşullarını gözeten ve sahibinin düdüğünü çalan mühendis-yapımcı-yönetmenler çıkıyor. İşte bu ikincilerin en “başarılılarının” cirit attığı yerdir Oscar törenleri. 

Sinema endüstrisinin temsil edildiği yer olan Hollywood’da ve onun kıta sahanlıklarında uzun zamandır yapılanın, bir takım ekzantrik konular icat edip, o konulara uygun senaryolar yazmak, bu senaryoları da mümkün olduğunca “çok izlenme kodları” ile dolu olacak şekilde filme çekmek olduğunu düşünüyorum. Aslında sinema seyircisini aptal yerine koyarak, onyıllardır ortaya koyulan kodları tekrarlamaktan ve algısı, görüşü bir tek yöne evirilmiş seyircinin bu yönünü rant getirecek şekilde kullanmaktan ibarettir yapılan. Seyircinin kendi hayatıyla ilgisi olmayan konuları, sinema koltuğuna oturunca kendisini hiç kasmadan, düşünmeden, akıntıya bırakarak ve mümkünse azami eğlenerek izleyebileceği “şeyler” yaratmaktır amaç. Bu anlayışla bağlantılı bir başka amaç, sinemanın propaganda aracı olarak kullanılmasıdır.

Bu sene “en iyi film” ve “en iyi yönetmen”  ödüllerini Kathryn Bigelow’un “Hurt Locker – Ölümcül Tuzak” adlı  filmi aldı. Üstelik ödüllerin sunuluşunda bu defa bir farklılık da göze çarpıyordu. Zira “en iyi yönetmen” dalında Oscar’ı ilk defa bir kadın yönetmenin aldığı iddia ediliyordu.

En iyi yönetmen ödülünün ilk defa bir kadın yönetmene gittiği formel olarak doğruydu elbette. Ancak bu bilginin başka bir yönü de dikkatle değerlendirilmeliydi. Zira bu kadın yönetmen, var olduğunu varsaydığımız kadın bakışı, merhameti ve vicdanını sinemaya aktaran bir yönetmen olarak değil, Hollywood’daki erkek yönetmenlerin dahi bu derece kör gözüm parmağına yapmaya cesaret edemeyeceği kadar yoğun bir militarist propagandaya sinemasına alet eden bir yönetmen olarak göze çarpıyordu. Bu yüzden film, kadın bir yönetmenin filmi olarak değil, fazlasıyla asker-erkek haline dönüşmüş bir yönetmenin filmi olarak ele alınmalıdır.

Ölümcül Tuzak, yakın zamanlarda gösterime giren bir Türk filmi ile birçok açıdan benzerlik gösteriyor. Levent Semerci’nin yönettiği Nefes adlı film, gerek sinematografi, gerekse de propagandayı Ölümcül Tuzak’ta olduğu gibi apaçık yapmıyor olmasıyla, Ölümcül Tuzak’tan çok daha ustalıklı görünüyordu üstelik!

Her iki film de bir “kahramanın” dilinden anlatılıyor. Bu kahramanlar, bir takım “değerlerin” de sembolü olarak ortaya konuyor aslında. Nefes’in Yüzbaşı’sı, militarizme karşı çıkan “sivillere” karşı, Güneydoğu’daki savaşın zorunlu olduğunu ve bu zorunluluğun en doğru şekilde kendileri tarafından bilindiğini imâ edenleri sembolize ediyor olabilir. Ölümcül Tuzak’ın bomba uzmanı çavuşu da, benzer şekilde Amerika’nın “demokrasi götürmek için” dünyanın öte tarafına yolladığı, adalet, barış ve özveriyi simgeleyen askerlerini… Zorunlu olan bu savaşın çıkmasında bir sorumluluğu olmayan; ama korkmadan bu savaşı verebilen “vatansever” figürünün sembolüdür her iki filmin karakterleri! Üstelik herkes rahat yatağında yatıyor ve hakikate dair hiçbir şey bilmiyorken, bunu büyük bir özveriyle yapan vatanseverler!

Kathryn Bigelow’un kamerası, Hollywood’un nispeten önemli eserlerinde biraz yontulmuş  propagandayı, tekrar apaçık hale döndürmesiyle tam anlamıyla eril bir şiddet aracına dönüşüyor. Amerikalı askerlerin, kendilerine tehdit olabilecek kişileri dahi son ana kadar vurmamayı tercih etmeleri, Iraklıların canı için kendi canlarını dahi tehlikeye sokabilmeleri; senaryosu Bush tarafından yazılmış bir filmi andırıyor bizlere. ABD’nin, dünyanın öte tarafına adalet ve demokrasi götürmek üzere gittiği ve oraya gönderdiği askerlerin halkı en az kendileri kadar dikkate aldığıdır Kathryn Bigelow’un göstermek istediği! Ancak bunu, Ridley Scott’un “Kara Şahin Düştü” filminde olduğu gibi “yerel halkı” hiç dikkate almayarak yapmaya çalışmasıyla, tam bir amatör propagandacı izlenimi veriyor Bigelow. Merkezde Amerikalı asker vardır ve Iraklılar, yaşanan onca trajediye rağmen umursamaz bir hayat yaşayan duyarsız insanlardır! Bu aşamada kahraman Amerikalılara onları kurtarmaktan başka çare de kalmıyor tabii…

Hollywood filmlerinin propagandası  gerçekliğin kendisini çok da önemsemez aslında. Zira bilirler ki bir süre sonra hakikatin yerine, Hollywood’un temsil ettiği simülasyon gelecek ve insanlar o simülasyonu hakikat zannedecekler. Hollywood, devasa bir simülasyon makinesi olarak, o makinede makinistlik yapacak kadın ya da erkek mutlaka birilerini bulacaktır. Sonra en iyi makinistlere, dünyanın her yanında canlı olarak yayımlanan bir törende ödülleri verilecek ve dünyanın bu tarafındaki biz budalalar, bu ortaoyununa, sanki sinemayla cidden bir ilişkisi varmış gibi “sinemasal” yorumlar yapacağız! Kathryin Bigelow’un, Dr. Jeykıl’ın Mrs. Hyde’ı olduğunun bile farkına varamayacağız. Hollywood’un, bu dönüşüm mekanizmasının en maharetli uygulayıcısı olduğunu dahi anlayamadan, aklını ve vicdanını teslim etmiş budalalar gibi Hollywood’da yapılan “şeyleri” sinema filmi zannedeceğiz!

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:özlem Tarih: Mar 30, 2010 | Reply

    İğrenç bir amerikan propagandasıydı film. Hem de ırak işgali üzerinden. Dediğiniz gibi militarizmin ve utanmazlığın dibine vurmuş bir
    bakış açısıyla çekilmiş. Ya bu amerikalılar aptal ya dunya halklarını aptal zannediyorlar.
    15-20 dakika zor seyredebildim filmi.

  3. Yazan:Serdar Kaya Tarih: Mar 30, 2010 | Reply

    Iyi ama elimizde kadinlarin daha az ya da fazla acimasiz/militarist olduklarina dair bir bilgi yok ki… Tersi yonde bilgiler var ama. Arada bir fark yok yani.

  4. Yazan:Gürhan Tarih: Mar 30, 2010 | Reply

    Allah’tan Amerika kocaman bir ülke ve sadece bu tip insanlardan oluşmuyor.Bir “Full Metal Jacket”,bir “Apocalypse Now”,”Atalarımızın Bayrakları” hatta “Iwo Jima’dan Mektuplar”…özellikle bunlardan Nefes’e dönmek gerekirse, bana kalırsa bu film sinematografik ve teknik açıdan oldukça iyi yerlerde konumlanmış durumdaydı.Tabi ki ülkenin şoven-milliyetçi atmosferi içinde bu filmi radikal bir anti-militarizm hikayesi olarak resmetmek yürek ister,keza Almanya’da yaşadığını duyduğum yönetmen Levent Semerci de bana kalırsa kah ticari kaygılar kah da “mahalle baskısı” endişesiyle ana hatlarda genelgeçer klişelere bağlı kalsa da, filmin ikincil okumalarına birtakım sorgulamalarını eklemeyi ihmal etmemiş(“hangi savaş sona ermedi ki-Yüzbaşının ağzından-gibi).Evet Hollywood propaganda bombardımanına devam ediyor,dezenformasyon silahı devasa savaş makinasının en önemli destekçisi durumunda;öte yandan Clint Eastwood çıkıyor,Atalarımızın Bayrakları’nda o hamaset yüklü ajitatif dilin arkasında yatan “hakikati” olanca çıplaklığıyla yüzümüze vururken,ardılı olan Iwo Jima’da,bugüne kadar yapılmamış olanı yapıyor ve savaşın dehşetini bir de “düşmanın” tarafından bizlere gösteriyor.Özellikle,Japon generalin yaralı esir Amerikalı askere “senin memleket nere tertip” tadındaki sorusu ve insani muamelesi,alışılagelmiş savaş filmlerinde hiç gösterilmeyen hatta demonize edilen düşman kavramını tamamen farklı ve insani bir perspektiften irdeleme adına çarpıcı bir örnekti.Nefes’te de yaralı ele geçirilen kadın gerillaya karşı,tabip asteğmenin (mesleki sorumluluk görüntüsü altında)insani yaklaşımı ve kurtarmak adına çırpınışı dikkate değer bir görüntüydü.İşte bu noktada Semerci’den,filmin devamı olarak bu sefer de Eastwood’un yaptığı gibi “düşman”ın gözünden savaşı anlatmasını beklemek ülke şartlarında çok mu fazla safdillik olur? Bilmem belki bir gün bu da olur,yüzbaşının umut ettiği gibi savaş biter;ne de olsa savaş egemenlerin güç panayırı ise,umut da ezilenlerin ve maşa yapılanların ekmeği olmaya devam edecek.

    Diye düşünüyorum…

  5. Yazan:eg Tarih: Mar 30, 2010 | Reply

    “Iyi ama elimizde kadinlarin daha az ya da fazla acimasiz/militarist olduklarina dair bir bilgi yok ki… “

    doğru. zaten yazıda “varsayılan” kelimesini bu yüzden kullandım. ama en azından şunu söyleyebiliriz sanırım: dünyada iktidarla ilgili, militarizmle ilgili bütün organizasyonları ve mekanizmaları üretenler, tasarlayanlar erkeklerdir. merhametsizliği, acımasızlığı kurumsallaştıranlar da erkeklerdir. kadınlar, fert fert erkek fertlerden daha acımasız ya da daha merhametli olabilirler elbette. ama en azından modern öncesi dönemler için kadınların devasa merhametsizlik, acımasızlık, kıyım organizasyonları yaptığına dair yeterli bir done yok elimizde.

    son tahlilde o “varsayılan” kelimesi özellikle kadınlara bir çağrıdır. varsayılanı varolan yapsınlar diye!!!

  6. Yazan:Elif S Tarih: Ara 9, 2010 | Reply

    Alev Alatlı gibi “Hollywood’u Kapatmak” gerek 😉

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin