RSS Feed for This Post

Tenzîh ve Teşbîh: Sanat’ta Ayrıntı (3)

Nefes alma kültürü ve Bilgisayar programcılığı

Neden bir nefes alma kültürü geliştirmedik bu güne kadar?

  • – Lütfen, önce siz nefes alın. İstirham ederim.
  • – Ah! Dünyada olmaz. Siz misafirsiniz. Önce siz nefes alacaksınız.
  • – Beni mahçup ediyorsunuz ama…

Seçme imkânı bulunmayan durumlarda İnsan özgür olamaz. Bir nefes alma kültürü geliştiremediysek bundandır. Kültür Mânâ’nın başladığı yerdedir. Madde’ye Anlam, İnsan’a Özgürlük yüklenen noktada. Özgürlük sayesinde hayvanların determinist dünyasını ve hayvanlığı BİLEREK, İSTEYEREK terk eder insan. (A’râf 179, Bakara 65, Maîde 60, A’râf 166, Furkan 43-44,…)

Bunun içindir ki sadece doymak için yemez ve ısınmak için giyinmez. Yemeğe herkesten önce başlamak, şu veya bu şekilde giyin(/me)mek, konuşurken argo, Osmanlıca veya İngilizce kelimeler seçmek mânâ taşır. Bir insanı tek başına evine davet etmek mânâ taşır. Davet edilen yere git(/me)mek mânâ taşır.

3000’den fazla dil ve lehçe var yeryüzünde. Oklar, mızraklar dünyanın her yerinde birbirine benzer ama “ok atım, avı vurdum” demenin 3000 değişik şeklini icad etmiş insanoğlu. Serbestliğin, tercihin, özgürlüğün bulunduğu her alanda insan kendini ifade edebilir. Kendine, ailesine, kabilesine özel, sübjektif ifade yolları bulur. “Güzel” ancak böyle yerlerde doğabilir. Bir şeye bakıp “Bu Güzeldir” diyebilmenin ön koşulu o şeyin başka türlü de olabilme imkanının olması değil mi?

Ömrümün son 20 yılını bilgisayar programcılarıyla geçirdim. Bir sürü program gördüm, çoğu çalışan ama pek azı “güzel” kodlardı bunlar.  “Güzel bir kod” lafı belki bilgisayarcı olmayanlara çok saçma gelebilir. Bir program ya çalışır ya da çalışmaz değil mi? Bilgisayara yapacağı işleri “tarif eden” bir emirler zinciri nasıl “güzel” olabilir?

Meslek dilinde “alt seviye-üst seviye” (low level-High level) tabir edilen kavramsal bir ayrım var. Alt seviye programlama bilgisayarın fizikî yapısına, mikro işlemcilere, 0/1 (evet-hayır) mantık kapılarıyla temsil edilen yarı iletkenlere yakındır. Bu seviyede son derecede basit işlemler yapılabilir. Verileri stoklama, toplama, ters toplama (= çıkarma)…

Bu dünya nefes alıp vermek gibi determinizmin dünyasıdır. Nefes alMAyan bir insan biyoloji kurallarına tabidir, bir kaç dakika içinde ölür. Bu kadar kısa bir sürede Mânâ oluşamaz. Alt seviyeli programlamada da fizik kanunları, elektrik, elektronik konuşur. Programlama sanatı değil programlama tekniği vardır. Meselâ ekrana ayrılmış bir bellek erişim komutunu doğru yazdıysanız ‘A’ harfi çıkar ekrana.

Oysa daha üst seviyeli programlama dillerinde durum bunun tam tersidir. Bir kere çözülmesi gereken problemlerin doğası değişmiştir. Muhasebe, bankacılık veya bir başka konuda program yazan programcının seçim imkânı var. Neyi seçecek? En başta kavramları. Yani programında temsil edeceği “dünyayı” modellemesi programcıya bağlıdır. Kişileri, faturaları, kamyonları, parayı, zamanı nasıl temsil edecek? Bunların vasıfları, birbirleriyle olan bağlantıları nasıl olacak? Elbette kullanacağı programlama teknikleri ayrı bir seçim alanı. Ya kullanıcı ara birimi? Ekranların kullanışlı olması, programın kolay öğrenilebilmesi? Buna bir de kodu yazarken göstereceği özeni eklerseniz “programlama sanatı” gibi ifadelerin o kadar da boş olmadığını görürsünüz.

İyi de “güzel” bunun neresinde? Güzel bir kod faydanın bittiği yerdedir. Okunabilir, anlaşılabilir, hızlı çalışan kodlar faydalıdır. Ama bazı kodlar gerçekten güzeldir. Matematikçilerin bir teoremi ispat ettikten sonra tahtanın karşısına geçip “ne güzel, şiir gibi!” diye haykırışına tanık olmadınız mı hiç?

Kod yazmak son yıllarda otomatikleşti ve “program yazan programlar” yaygınlaştı. Buna rağmen hâlâ bir koda bakarak kimin yazdığını tahmin edebiliyoruz. Bu durum sürdükçe programcılık her şeye rağmen öznelliğini (sübjektivitesini) koruyacak diye tahmin ediyorum. Ve programcılar yaptıkları işten sanatçılarınkine benzer bir haz almaya devam edecekler: Elleriyle, beyinleriyle ürettikleri bir eser vasıtasıyla kendilerini ifade edebilecekler.

Mânâ ve Madde

Nefes almak, beslenmek, giyinmek ve bilgisayar programlamak gibi eylemler üzerinden kültüre, sanata bakmanın faydası nedir? Madde’nin Mânâ ile yüklenebilmesine tanık olmak. Heykeltıraşın ellerine, çekicine, keskisine itaat eden mermer parçasının şekle bürünmesi gibi. Mermerin şöyle vurulunca böyle kırılması fizik kurallarına bağlıdır. Bronzun erime noktası sabittir. Ama Rodin’in Cehennem Kapısı adlı eserinin “Cehennem gibi” olması Rodin’e bağlıdır!

Rodin müzesini ilk ziyaret ettiğimde eserlerin mermer, kil, bronz içinde zaten var olduklarını, Rodin’in yaptığı şeyin “sadece” bunları ortaya çıkarmak olduğunu hayal etmiştim. Mânâ’yı Madde hapishanesinden kurtaran ya da Ezel’den beri var olan bir Mânâ’yı Madde’ye yansıtan sanatçıydı Rodin.

“Ezel’den beri var olan bir Mânâ” dedim. Başka türlü olması mümkün mü? Mânâ’nın bir başlangıcı olabilir mi? Rodin ile başlayan meselâ? İnsan’ın Sanat vasıtasıyla kendini keşfe çıkması yine İnsan’ın sonsuzluk vasfının ispatı! Başlayabildiği için var olan, var olduğu için keşfe başlayabilen İnsan’ın. Kendine dair sırları bilmeyi istemek için önce kendini “bilme kapasitesine ve iradesine sahip” bir varlık olarak bilmek gerekmez mi?(1)

Sonsuzluk vasfına dair sırları göre-bilmek için insan bilinci tıpkı kendisi gibi özgür bir bilince ihtiyaç duyar. Kendi güzelliğini yansıtabilecek, “güzelliğin” farkında olan bir başka bilince. Onu fark edecek, tanıyacak, bilecek, takdir edecek… Sanatçı-insan’da çoğu kez kibir gibi görünen bu bilinme isteği aslında her Saklı Hazine’nin meşru bilinme isteğinden ibaret kanaatimce. Kaybedeceğini bile bile giriyor bu mücadeleye Sanatçı-insan. Başarılması imkânsız, Mutlak olanın Madde aracılığıyla ete, kemiğe, bürünmesi, Sonsuz’un mermere boyaya  bazen de kelimelere sığması. Sübjektif olanı objektif hale getirmek! Paylaşılmaz’ı diğer insanlarla paylaşmak! Aşk’ın, Korku’nun, Ölüm’ün ve Yaşam’ın resmini, heykelini yapmak, romanını yazmak!

“Dönüş yolum Alplerin üzerinden geçiyor. Uçağın penceresinden dağları seyrediyorum. Babam gibi dağları. Hiç yıkılmayacakmış gibi duran, dorukları dumanlı, karlı İsviçre Alpleri… “Yüce” dağlar… Amerikalı zenginler arasında moda olmuş, ölülerini yakıp İsviçre Alpleri üzerine uçaktan savuruyorlarmış. Dağlar bunun farkında mı? Dağlar kendilerini “yüce” bulurlar mı? Yoksa bu yücelik zahirî mi? Benim içimdeki bir şeyin yansıması mı? Aşık Veysel olsaydı İsviçre Alpleri’ne nasıl seslenirdi? “Yüceliğiniz on para etmez, bu bendeki SONSUZ HAYAT olmasa!”…” (Bkz. Baba ve dağlar)

Sanatçı-insan’ın imkânsız projesi doğuruyor sembolleri ister istemez. Dağlar yüce oluyor, Kaplan cesur, kurtlar hain, kuzular masum, kuşlar özgür… Mânâ aleminde olup da Madde aleminde olmayan şeyler ancak semboller üzerinden ifade buluyor. Hegel’in isabetle işaret ettiği gibi Sanat, Din ve Felsefe Mânâ ile Madde’nin birbirine en çok yakınlaştığı alanlar. Parmak ile işaret edilenin, kelime ile anlamının, Yaratan ile Yaratılanın…

Matematik teoremlerinin ispatında ve bilgisayar programlarında rastladığımız “güzellik” ise daha da “görünür” oluyor. Zira artık Madde’den de kopmaya yeltenen, tek başına var olmaya çabalayan bir güzellik söz konusu. Müzik ile uğraşanların daha yakından tanıdığı bir güzellikten bahsediyorum. Eserin icrası için kullanılan enstrüman iki alem arasında bir köprü görevi yapıyor. Zamansal bir KÖPRÜ (Keman, bilgisayar) ile başka bir alemde (?tasavvur alemi) zaten MEVCUT olan, soyut bir varlık (beste, program mantığı) icra ediliyor. Mânâ Alemi’ndeki bir varlık Madde Alemi’ne aksediyor. Ama kendinden bir şey kaybetmeden.

“Biz keşfetmeden önce yerçekimi kanunu neredeydi?” diye sormuş bir düşünür. Sanat’ı da bir yaratma değil keşif olarak kabul ediyorum. Ezelden beri var olan bir Mânâ’nın yansıması için vesile olmak. Aksi takdirde Mozart’ın Türk Marşı’nı her dinlediğimizde bu eserden bir şeyler eksilmeliydi değil mi? Hatta her sabah traş olmak için aynaya baktığımda aynadaki aksimin oluşması için ufacık bir zerre olsun eksilmeliydi benden. Varsın okyanusta bir damla kadar olsun. Ama eksilmiyor. Varlığım aksime sebep oluyor. Aksim bana benziyor ama o ben değil. Benden ayrı var olamıyor. Ama varlığı beni eksiltmiyor. Ne hikmet?

Yansıma, Tenzîh ve Teşbîh

Yansıma metafor olarak yabana atılmaması gereken bir “araç”. Özellikle de Bütün’ü keşfe çıkmış iseniz. Neden? Meselâ bu metal küreyi ele alalım. Kürede yansıyan Escher’in kendisi değil. Ama Escher olmasaydı görüntüsü de olmayacaktı. Bir çok bakımdan ressama benziyor yansıma. Ama Kürenin şekli, muhtemel kusurları sebebiyle Escher’in kendisi değil. Onun Gerçeğini, ESAS’ını  tam olarak yansıtmıyor. Ayrıca yansımanın tarifi itibariyle de Öz’den kopmalar var. Sözgelimi ressam küreyi sol eliyle tutuyor ama yansımadaki adamın bize uzanan (küreyi tutan) eli sağ. Aynı sağ-sol problemi odadaki eşyalar için de geçerli. Yansıyan adamın oda içinde durduğu yer ve eşyaların ona göre konumu gerçeğin tam tersi. Özetle yansıma metaforu bir araya toplanması çok zor olan iki şeyi birleştiriyor: Tenzîh ve teşbîh(2). Bütün’ü (henüz?) görmedik. Bu tecrübe eksikliği ve anlayışımızın sınırlı olması sebebiyle keşfettiklerimizi bildiğimiz şeyler cinsinden ifade etme mecburiyetimiz var. Fakat Bütün’ün kesinlikle bildiğimiz şeyler gibi olmadığı da bir gerçek. Yani Bütün’ü keşfettikçe asla X olmadığını ama X olmaya benzediğini söylemek durumunda kalacağız.

Küredeki yansıma örneğinden de anladığımız gibi AYRINTI Bütün’ü içine almıyor. AYRINTI yeni bir bakış noktası olmuş. Alternatif bir kesit diyelim isterseniz. Makinelerin iç yapısını gösteren teknik resimleri düşünün. Ya da beyin tomografisi vb tıbbi amaçla hazırlanan imajları. Doktor organı incelemek için değişik kesitler alıyor. Her bir kesit Beyin’in ESAS’ının o düzlemdeki tecellisi (=instanciation). Beyin olmasa bu kesitler olmazdı. Ama bu kesitlerin hiç biri Beyin’in ESAS’ı değil. Beyin’in varlığı bu kesitin o düzlemde görüntülene(bil)mesinin sebebi. Kesitler Escher’in küredeki yansıması gibi. Değişik açılardan yeni kesitlere baktıkça Beyin’in Bütün’ü hakkında daha iyi fikir sahibi oluyoruz. Ama muhtemel bakış açılarının sonsuzluğu karşısında milyonlarca kesit bile Bütün’e göre birer tecellî mertebesinde. Bütün kendi kesitlerine benziyor (teşbîh) ama ASLA VE ASLA onlar gibi değil (tenzîh).

Önceki bölümler

Bakmak,görmek,anlamak: Sanat’ta ayrıntı (1)

Derin Göz: Sanat’ta Ayrıntı (2)

 

Dip notlar

1°  G. W. F. Hegel’in estetik ve sanat konulu denemeleri ile ” Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim” (Acluni, II, 132) şeklindeki kudsî hadisin kesişme noktasında bir çağrışım olarak görülebilir bu paragraf.

İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin tercümesi buradan indirilebilir. Bu yazı dizisi için çokça istifade ettiğimiz söz konusu kitabın 41ci sayfasından konuyu aydınlatacak bir kaç paragrafı aktarıyoruz ve bu mükemmel tercümeyi yapan Sayın Özemre’yi rahmetle anıyoruz.

“… İbn Arabî bu bâtınî ve zâhirî vechelere sırasıyla tenzîh ve teşbîh demektedir. Bunlar geleneksel  İslâmî Kelâm  ilmi  (Teoloji)  terimleri arasından  seçilmiş olan iki anahtar-kavram’dır. Her iki terim de, daha başlangıcından beri, Kelâm ilminde olağanüstü  önemli  bir  rol  oynamışlardır. Etimolojik  anlamıyla  “herhangi  bir  şeyi,  bir  nesneyi bulaşıcı, pis  şeylerden uzak  tutmak, arıtmak” anlamına gelen  “nezzehe”  fiilinden  türetilmiş olan  tenzîh  kelimesi Kelâm  ilminde  “Allah’ın  bütün  eksikliklerden  kesinlikle  ârî  olduğunu beyân  ve  telâkki  etme”  anlamında  kullanılmaktadır. Eksiklikler  ise,  bu  kapsamda,  en  cüzî mertebede bile olsa beşerinkini andıran bütün nitelikler ve cismânî bir varlık olarak bize beşeri hatırlatan bütün sıfatlar anlamındadır.

  Bu anlamda tenzîh Allah’ın yaratılmış olan herhangi bir şeyle mukayese edilmesinin temelde ve kesinlikle mümkün olmadığının, O’nun Varlığının yaratılmışlara ait bütün niteliklerin üstünde oluğunun bir beyânıdır. Kısacası ilâhî erişilmezliğin, aşkınlığın bir beyânıdır. Ve zâten görmüş olduğumuz gibi, bizâtihî Mutlak olan Hakk da kendine yaklaşmaya yönelik bütün beşerî çabaları boşa çıkaran ve hangi şekliyle olursa olsun beşerin kavrayışını hayal kırıklığına uğratan bir Gayb (Bilinmeyen) olduğundan sağduyunun da doğal olarak tenzîh’e eğilimi vardır. Bu, bilinmeyen ve bilinemez olan Hakk’ın huzûrunda beşer aklının doğal bir tutumudur.

  Buna karşıt olarak “bir şeyi başka bir şeye benzer kılmak ya da telâkki etmek” anlamına gelen “şebbehe”  fiilinden  türetilmiş olan  teşbîh kelimesi de Kelâm  ilminde “Allah’ı yaratılmış şeylere benzetmek” anlamında kullanılmaktadır. Daha somut olarak ifâde edilecek olursa bu, “Allah’ın ellerinin, ayaklarının, v.s… bulunduğunu” îmâ eden Kur’ân ifâdelerine dayanarak Allah’a  cismânî ve  beşerî nitelikler yakıştıranlar  tarafından gerçek diye  iddia olunan teolojik bir beyândır. Bunun sonu da oldukça doğal bir biçimde çiğ bir antropomorfizm, yâni Allah’ın doğrudan doğruya beşere benzediğini iddia etmektir.

Geleneksel Kelâm  ilminde bu  iki  tutum,  radikal bir biçimde  taban  tabana zıt olup asla beraberce bir uyum içinde bulunamazlar. Böylece insân ya münezzih olur (yâni tenzîh tarafını tutar), ya da müşebbih  olur  (yâni    teşbîh  tarafını  tutarak meselâ  Allah’ın  “gözleriyle gördüğünü”, kulaklarıyla işittiğini, diliyle konuştuğunu”… söyler). İbn Arabî bu terimleri oldukça orijinal bir biçimde anlamaktadır. Bununla beraber bu terimlerin,  teolojik kapsamda haiz oldukları anlamlarla hâlâ da belirli bir bağlantısı bulunma-sının önüne geçilememektedir. Kısacası, İbn Arabî’nin terminolojisinde tenzîh Hakk’ın “mutlaklık” (itlâk) vechesine ve teşbîh de “sınırlılık”  (takayyüd)  vechesine  işâret  etmektedir.

Bu  anlamda  bunların  her ikisi de biribiriyle  uyumlu  ve biribirlerinin  tamamlayıcısı durumundadırlar; ve en  isâbetli  tutum da bizim bunların her  ikisini de eşit mertebede beyân etmemizdir. İşte bu, bu sorunun en can alıcı noktası olup bu bölümün geri kalan kısmı da bunun hakkında tam bir açıklama takdîm etmeyi hedef almıştır.”

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 3 Trackback(s)

  2. Nis 2, 2010: Seni Yaratan’ın resmini yapabilir misin William?: Sanat’ta ayrıntı (5) : Derin Düşünce
  3. May 3, 2010: Kâinat bir su damlasına sığınca: Sanat’ta Ayrıntı(6) : Derin Düşünce
  4. Ara 8, 2010: Ölüm’ün Işığında Zaman Kavramı (5) : Derin Düşünce

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin