RSS Feed for This Post

Hoş Geldin Ey Şehr-i Ramazan

Bildiğim bütün çılgınlık ve dahilik sınırlarını çoktan aşmış doktoruma bir zamanlar hafızam çok acayip, eskiden olanları en ince ayrıntısına kadar hatırlıyorum oysa yeni şeyleri bir türlü aklımda tutamıyorum diye şikayetlenmiştim. Beklediğim sana verdiğim B12 haplarını kullandın mı türünden esaslı bir azar iken doktorum hiç istifini bozmadan
 
            -Çünkü sürekli geçmişte yaşıyorsun, bazı insanlar ise hep hayal kurar. Doğrusu bu günü yaşamaktır, bugünü yaşa deyince suratıma dik dik bakan bu adamın her zaman doğruyu bildiğine olan kesin inancı sebebiyle bozulup, biraz da kızarak
 
            -Yok canım geçmişin ne artısı vardı ki geçmişte yaşayayım diye cevabı yapıştırmıştım.
 
            Bir de çıkmadan evvel
 
            -Seni severim, cehennemde yanmanı istemem; hemen Arapça öğren sözlerini de duyunca
her defasında 3-5 saat beklememe rağmen beni buraya getiren sevdiklerime, güvendiklerime sonuna kadar güvenmek ve vazgeçememek huyuma sövüp sayarak çıkmıştım muayenehanesinden.
 
            Tespihlerin digital sayaçlara, güzelim sarı cami ışıklarının soluk florasanlara, camilerin garip, geometrik, yeşil boyalı, altı çarşılı yapılara, mütevazi iftar sofralarının lüks otel davetlerine, mahyaların toplumsal mesaj veren iletişim araçlarına dönüştüğü şu günlerde, gelen Ramazanla birlikte en fazla yapacağımız bir gün rastgele bir lokantaya girip şef garsonun “İstanbul için iftar vakti, afiyet olsun!” komutuyla beraber okkalı kazık eşliğinde tıklım tıkış bir iftar merasimi iken doktoruma ne kadar da haksız cevap verdiğimi düşünmeye başladım.
           
            Bugün beni saran hüzün yaşadığım değil sadece ucundan kenarından görebildiğim ama yaşayamadığım bir Ramazan rüyasının burukluğudur. Ailemizin bir tarafı yaşadığı göçle beraber çocuklarının ısrarıyla atılan babaannemin çarşafı gibi kendisine doğuyu ve doğulu olduğunu hatırlatan ne varsa silerken öbür tarafının da hikayesi Peyami Safa’nın Fatih Harbiye romanını andırır bir şekilde 2. Dünya Savaşı’nın yokluk yıllarında Çengelköy konaklarından Çarşamba’daki ahşap küçücük eve geçişle birlikte, hep yaşadığı eski refaha kavuşmanın özlemini çeken gençlerinin, kafayı balolara, lame ayakkabılara, siyah beyaz filmlerden tanıdığımız zamanın twist, charliston gibi ‘modern’ danslarına, Shirley Temple saç modellerine, Şişli’de bir apartman şarkılarına takmış çocuklarının hikayesidir.
 
            Yarım kalmış özlemleri cebinde İstanbul’dan çıkıp giden annemle babam birkaç senede bir İstanbul’a geldikçe bazen yaza gelen sıcak üç aylar ve ramazan günlerini az da olsa gözleme fırsatım olurdu.
 
            Balkonda sabırla ve azıcık Türkçesiyle
 
            -Aallah bin şükür diyerek iftar saatini bekleyen beyaz başörtülü babaannem ve uzun zaman önce rahmetli olan büyük halam dışında bizden kimse oruç tutmasa da Kandil akşamları ve iftar saatleri tavuğun budu senin, göğsü benim diye barbar bağırarak zevkle kavga eden kuzen gürültüleri arasında oldukça neşeli ve şaşaalı yaşanırdı. Benimse en büyük zevkim iftar sonrasında benden önce ve sonra gelen tüm torunların yaptığı gibi kıl seccade üzerinde namaz kılan babaanneme sinsice yaklaşıp önce taklit ederek sonra da sırtına çıkarak nedense hiç kızmadığı eziyet oyunumu oynamaktı. O küçücük arka balkonda Kur’an dinlenerek beklenen iftar saati, parçalanana kadar üzerinden çıkarmadığı beyaz hac kıyafetleri içerisindeki babaannemin buruşuk elleriyle çektiği tespih şıkırtısına karışır, burnuma ise kullandığı bıtım sabununun kokusu gelirdi. Pek de anlamadığım bu oruç olayını şaşkın bir şekilde izler iki de bir çok acıktın mı babaanne çok susadın mı diye kadıncağızı soru yağmuruna tutardım. Top patladığında Fatih camiinden gelen ezan sesi ise sanki şimdiki alelacele ezanlara hiç benzemeyen bir güzellik taşırdı. Babaannem çok acıkır mıydı bilmem ama o zamanlar aslında çok iştahsız bir çocuk olan ben balkonda geçen uzun bekleyişin sıkıntısından mı yoksa Siirt yemeklerini senede bir görmenin hasretinden mi bilinmez sanki üç gün oruç tutmuş gibi gözü kara bir hırsla babaannemin yaptığı nefis kitellere saldırırdım.
           
             En güzeli ise bayram sabahları idi şüphesiz. Hala bile akıl sır erdiremediğim bir şekilde 70 metrekarelik bu eve sığışan inanılmaz kalabalık sülale sağda solda saflaşmış ve birbirlerini çekiştiren kıskanç gelinlerin becerikli çabukluklarıyla ikramlara boğulurken biz çocuklar elimize sıkıştırılan bozuk paraların ve mendillerin sevincini yaşardık. Ver elini Fatih’in arnavut kaldırımlı dar sokakları, maytap, kız kaçıran ve yıldız eğlenceleri. Öğleden sonra biraz daha büyük kuzenlerin eşliğinde Vatan caddesinde şimdi Migros ve Burgerking olan alandaki lunaparka gider alışveriş merkezlerinin sinir bozucu oyuncaklarına hiç benzemeyen bu ışıl ışıl yerden, yapacak pek çok şey varken büyüklerin zoruyla bütün paraları çarpışan otolara yatırmanın hayal kırıklığı içerisinde dudaklarımız uzamış ve ağlamaklı eve dönerdik.
 
            Sonraki yıllarda bir daha ramazanlarda İstanbul’a gelme imkanım olmadı. Ramazan ise benim için annemin anlattığı çocukluk yıllarında ikinci dünya savaşının kıtlık ortamına rağmen mahallenin yaşlı dullarının eve toplanıp dedemin getirdiği asker tayınlarıyla iftar edildiği, şeker yerine kuru üzüm yiyerek çay içildiği, kek olarak ince bir dilim mısır ekmeği ikram edildiği, asla boş olmadığı iddia edilen mazi sofralarıydı. Bir de ramazan içinde babamın içtiği sigara ve ülserinin etkisiyle çok zorlanarak tuttuğu benim de her iftarda mutlaka kusarak eşlik ettiğim birkaç gün. Çoğu zaman itiraf etmesem de o kıtlık içinde bunca gönlü geniş resmedilen dedeme ve anneanneme dair hikayelerin palavra olduğunu düşünürdüm. Bizim evde ise top genelde kaliteli bir aile kavgası ile patlardı.
   
             Bayramlar, belki hiçbir şekilde yanına yaklaşamadığım akraba sıcaklığının ve maneviyat duygusunun etkisiyle kendim gibi birkaç kafadar arkadaş ile beraber en eski kotlarımızı çekip bunalım yaparak geçirdiğimiz protesto günlerine dönüştü zamanla. Yeni kıyafetlerini giyerek akraba ziyaretlerine giden cici çocuklar haset dolu gözlerimizle dikkatle izlenir önümüzdeki günlerde alaylarımızdan ve dilimizden nasibini alırdı.
               …
             Şimdi Ramazanın geldiğini duyan  küçük kızım yarım saatte bir sahura kaldırmamı hatırlatıyor. Hergün yalvar yakar oruç açtırıyoruz gün ortasında küçük cadıya. “Dün saat 14.00 te açmıştım bugün 16.00 da açmışım. Vay bee tam 16 saat oruç tutmuşum demek ki. Bugün iyi Müslüman oldum ben, senden bile iyi Müslüman oldum ağbi. Sen çok kötüsün birisin ama koca kafalı” diye diye ağabeyisini bağırtıp duruyor düzenli aralıklarla. Her akşam beni Ramazan gezmesine götürün yarın diye sözler almaya çalışıyor tüm cilveli hallerini takınarak ağzımızdan. Hani oyuncaklı yerler var ya oralara…
 
            Beyaz başörtülü, bıtım sabunu kokulu babaanneler, sokaklarında maytap patlattığımız Arnavut kaldırımları, hangi oyuncağa bineceğiz diye çekişip durduğumuz lunapark alanları, illaki Karagöz Hacivat gösterileri ile başlayan siyah beyaz televizyonlar kalmasa da artık hayatımızda,
 
 çocukların içerisinde Ramazan’a dair o neşe varoldukça,
 
“biliyor musun abla Fatih’teki iftar çadırına gidiyorum kızımla her gece, dün akşam dondurma bile vermişlerdi, çok güzeldi, Allah razı olsun bu insanlardan Ramazan’ı çok seviyorum” diye dua eden dilleriyle 11 ay boyunca görmediklerimiz daha bir görünür oldukça gözlerimize,  
 
bir gece yarısı televizyon kanallarını dolaştığınızda  müptezel yaşamlar arası bir Hüsrev Hatemi lezzetini sunmuşsa hayat, gün boyu özlemini çektiğiniz demli çayınızın yanında,
 
kaçacak bir Sultan Ahmetiniz varsa, hele bir de tarihin derinliklerinden kopup gelmiş kitap kokularıyla çalmışsa sizi Burger Kingli, önce bindirim sonra indirimli alışveriş tapınaklarından,
 
İftar sofranızda çorbanızı kaşıklarken Gazze’den canlı yayına geçilmişse, hala ve hala sürüyorsa hayat ellerinde ramazan fenerleri ile gülümseyen yüzlü insanların diyarlarında taş kalpli bir dünyanın ablukasına inat,
 
 bir şeyler takılabiliyorsa çorbamızı yudumlarken boğazlarımıza,
 
Ve hala utandırabiliyorsa bizleri C.tesi annelerinin Ramazan ayında bile aralıksız süren yüzlerce haftalık nöbetleri, 
 
Bu ülke taş atan çocukların ülkesi olmasın diye çırpınan insanlar varsa eğer, ya sev ya terk et diyen savaş tacirlerine sen yoksan ben de yokum diyebiliyorsak her gün biraz daha cesurca,
 
 yani insansak, yani insana dair bir şeyler kalmışsa içimizde,
 
varsın yıksınlar onlar çocukluğumuzun bayram yerlerini. Külünden yaratır yine de terk etmez bizi Ramazan.
 
Onbir Ayın Sultan’ı Hoş Geldin mahyaları yanar gönlümüzün bahçelerinde.

.

 

… E-kitap okumak için…

 

yitikSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 10 Yorum

  2. Yazan:cengiz maçoğlu Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Özlem Hanım, siz şu vijdansahibimüslümanlar platformundaki Özlem’siniz değil mi? Gerçi bu hoş yazı için hangi özlem olduğunuzun bir önemi yok ki alevi bir ailenin çocuğuyum ve hayatımın büyük bir bölümünü deist inanışlarla yaşadım, yaşıyorum; pişman değilim hala; ne var ki sık sık kış günlerinde denk gelen muharrem ayı oruç zamanlarındaki büyük annemi hatırladım. Aleviler sahura kalkmadığı için çocuklarının reşit olmayanlarına öğleye kadar oruç tutmalarını söylerlerdi, hala öyle mi bilmiyorum… orucun da özel bir adı olurdu, zazaca “roje bine darend” denirdi, Türkçeye çeviremedim. iftar fakti olduğunda evlerde musluk olmadığı için iftar öncesi yapılan el yüz yıkama olayı mahalleye yakın çeşmede yapılırdı. babaannemi en az 9 torunu beklerdik sabırsızlıkla… babaannem çeşmeden geldğinde beyaz tülbentinin altını dolduran yüzünün yarısı batmakta olan güneşin ışığıyla parıladardı, ve biz dokuz torun sıraya girer acleyle hangimizi daha evvel öpecek de onurlanmış oluruz düşüncesiye birbirimizi çekiştirirdik… ben hep babaannemin kızıla çalan yüzünün bir yarısındaki aydınlığa dikkat kesilirdim. utangaç, mahçup ve hayır duası almış sevincimle… babaannem tüm köylüler için taaa eskiden ormanlar koynundan kopup gelmiş bir Menevşe’nin adeta yansımasyıdı, Menevşe, baba annamin adıydı, şimdi ne zaman bir iftar sofrası göresem colasız broklinsiz Menevşe annem düşer aklıma… ben hala müslüman olmadım, ne zaman olacağım bilmiyorum ama vijdan sahibi müslümanları gördükçe, okudukça müslüman olmamın bir önemi kalmıyor , insan olmanın güzellğini yaşıyorum adeta… teşekürler

  3. Yazan:cengiz maçoğlu Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    utopiq.blogcu.com adresinde edebiyat ve politika yazıalrı var okumak isteyenler yeni bir şey okuyabilirler…

  4. Yazan:özlem Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Merhaba Cengiz Bey,
    vicdan sahibi müslümanlar imzası ile tarafta çıkan yazıyı bir grup arkadaş Arat Dink’in ”Hiç mi geçmedi vicdan evinden yolun’ cümlesi ile biten yazıya sebep olan şartlar içerisinde büyük bir üzüntü ile kaleme almıştık. Şimdi bu yazıdan bahseden birinin bulunması beni çok duygulandırdı.

    babaannenize dair yazdıklarınızı okudum, sonra tekrar okudum, sonra tekrar okudum. Ne kadar geniş yürekli, güzel insanların ülkesi bu ülke. Nasıl bizler bu hale gelebildik, nasıl insanlarımız birbirine bu kadar uzak,mesafeli,kuşkucu olmayı,bibirini incitmeyi kendine yakıştırabildi dedim. Cengiz beyin babaannesi ile benim babaannemin ne farkı vardı ki ayrılık gayrılık düştü insanımızın arasına.
    Çok teşekkür ediyorum bu harika yorumunuz için. Selam ve dua ile.

  5. Yazan:Kerem Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Özlem Hanım, doktorunuzun tavsiyesine uymayarak gecmişi yadetmişsiniz ama yazınızın güzelliğini doktorunuz da görse eminim sizi affederdi. Hayal kurmak da tabi ki çok güzeldir. Tıpkı Martin Luther gibi ‘Bir hayalim var’ diye başlayarak. Aslında buna ülke olarak ihtiyacımız var. Doktorunuza ben de bir görünsem iyi olur. Selamlar

  6. Yazan:eg Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    çocukluğumdaki ramazanları ben unutamıyorum. her geçen yıl biraz daha mı ruhu kaçıyor, yoksa ben de mi geçmişte yaşıyorum bilmiyorum ama ben de her geçen yıl ramazandan biraz daha az keyif alıyorum sanki…

    elinize gönlünüze sağlık. çok hoş bir yazı olmuş. edebi tatlar hiçbir şeye benzemiyor.

  7. Yazan:Mustafa Aslan Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    “Ah o eski ramazanlar” tarzında bir laf etmek için fazla gencim sanırım. Ama şöyle bir şey var ki… Sizin yazınız da dahil olmak üzere, eski Ramazanlarla ilgili yazıları okurken, dersaneden gelip iftara kadar tüm vaktimi bilgisayar başında geçiriyor olmak, 10 katlı bir binanın ruhsuz duvarları arasında ruhsuzca yaşıyor olmak, o okuduğum Ramazan ruhunu hissedemiyor olmak beni oldukça üzüyor…

  8. Yazan:özlem Tarih: Ağu 25, 2009 | Reply

    Can çıkar huy çıkmazmış:) Enver Bey ile Kerem Beyin yorumlarını görüp geçmişe gitmemek mümkün mü?
    Bir on yıl kadar önce rahmetli olmuş bir dayım vardı. Ne zaman hanımı mutfakta çiğ börek yapmaya kalksa kızılca kıyamet kopardı. Dayım:
    -Ben bu börekleri böyle sevmiyorum. Sen içine kıyma dolduruyorsun (parmağını kıymalı içe bulaştırıp hamura şöyle bir sürerek) ben kıymayı böyle parmağının ucu ile sür istiyorum. Neden anlamıyorsun annemin yaptığı gibi istiyorum bıdı bıdı bıdı söylenir dururdu. En sonunda yengem 6.8 şiddetinde bir deprem gibi patlar
    -Be adam artık yaşlandım ağzımın tadı tuzu kalmadı, bir şeyden zevk almıyorum demiyorsun da gelmiş başımın etini yiyorsun,işine git yahu diye bağırmaya başlardı.
    Ama yaşlanmaktan başka sebepler de vardır hayatta ki alışmak diyebilirim kısaca. Çoğu insanın başına gelmiştir. Manzaralı bir evi çok istersiniz. Hep o evin balkonunda oturduğunuzda ne kadar mutlu olacağınızı düşlersiniz. O eve kavuşunca ilk aylar gerçekten böyle geçer. Oturursunuz, manzarayı seyreder çay içersiniz. bir süre sonra gözünüz ne o balkonu ne o manzarayı görmez olur.
    Tavsiye ederim sahurda STV mutlaka bir ülkeden yayın yapıyor. Kenya,Arnavutluk genelde Ramazan’ın pek uğramadığı ülkeler.O ülkelerde konuştukları Türkiye vatandaşları hep büyük bir özlemle Türkiye’yi anıyorÇooğu zaman Ramazan burada hissedilmiyor dediklerinde gözleri doluyor. Aslında yaşlanmak da alışmak değil midir. Bu yaşımızda bir bebek tecrübesi ile gelsek dünyaya her şey ne kadar şaşırtıcı ne kadar neşe dolu olurdu kimbilir. Sonsuz keşfedilecek nimet. Oysa şimdi hep aynı sokaklarda geziyorum, her şey aynı diyoruz ister istemez. Balık ki derya içindedir denizi bilmez.Belki modernizm pek çok şeyi silip götürüyor ilişkileri çözüp dağıtıyor ama biraz haksızlık mı ediyoruz acaba. Benim çocukluğumda gittiğim minicik lünapark sahi bir Sultan Ahmet’ten daha mı güzeldi?Tavuk’un budu senin göğsü benim diye bağıran çocuklarla dolu akraba sofraları bugün de yok mu sahiden. Aslında yaralandı ama hiçbir zaman kül olmadı Ramazan belki de sadece bizler alıştık!
    Teşvikkar yorumlarınız için çok teşekkürler.

  9. Yazan:cb Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Özlem,bir özge can,Özlem bir vicdan sesidir,selam olsun

  10. Yazan:özlem Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Simartma:))

  11. Yazan:özlem Tarih: Ağu 26, 2009 | Reply

    Pardon düzgün yazayım şımartma:)) (alışkanlık işte:) )

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin