RSS Feed for This Post

İki Tarz-ı Siyaset

Yazar: Okan Arslan

Türkiye’de çok eski zamanlardan bugüne iki tür siyaset anlayışı vardır. Bunlardan ilki, mevcudu, statükoyu, devleti, darbelerle derinleşen askeri vesayeti ve resmi ideolojiyi savunan anlayış iken; diğeri, mevcuda karşı değişimi, askeri vesayete karşı sivil demokrasiyi ve devlete karşı bireyi ve toplumu savunan anlayıştır. Bu iki anlayış ve siyasi ayrımlaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlayarak şekillenmiş ve Cumhuriyet döneminde derinleşerek artış göstermiştir. Özellikle Atatürk’ün ölümünden sonraki süreçte, siyaset sahnesinde ön plana çıkan siyaset adamları, bu iki siyaset algılaması çerçevesinde mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Bugün de çok farklı bir dönem yaşanmamaktadır.  

Atatürk’ün ölümü ardından başa geçen ve kısa zamanda siyaset üzerinde tekel kuran İsmet İnönü, birinci tarz, statükocu siyasetçilerin en önemlilerinden biri olmuştur. İnönü, topluma karşı devleti ve mevcut sistemi savunmakla kalmamış, Faşizmin ve Nasyonel Sosyalizmin ve türevi otoriter ve totaliter rejimlerin yükselen değerler olduğu 1940’lı yıllarda “L’etat c’est moi” (Devlet Ben’im) anlayışını uygulamaya koyarak, kendisini ‘Milli Şef’ ilan etmiştir. İnönü’nün Meclis’te “Ebedi Milli Şef” ilan edilmesi ve bu ilanın da Meclis’in o vakitler en genç milletvekili olan ve sonra İnönü ile siyasi mücadele içine girecek olan Adnan Menderes tarafından okunması ile birlikte Türkiye’de de Avrupa’daki muadillerine öykünen bir Otoriter dikta sistemine geçilmiştir. Ancak, 2nci Dünya Savaşı’nı Faşizan Bloğun kaybetmesi ile birlikte Uluslararası Sistem, Liberal Demokrasilerden yana tavı alınca, Türkiye’de de çok partili sisteme geçilmiş ve bu çerçevede eskiden beri zımni olarak var olan devletçi İnönü-Yenilikçi Bayar çekişmesi şeklindeki iki tarz-ı siyaset, Türkiye’ye yeniden yön vermeye başlamıştır. Bu çekişmeden galip çıkan Yenilikçi ve Sivil kanat, statükocu İnönü yönetiminin yerini almış; ancak 27 Mayıs 1960 Darbesiyle beraber yeniden statüko iktidara taşınmıştır. Nitekim, statükonun temsilcisi İsmet Paşa, 27 Mayıs sürecinde ülkede yaşanan bazı sıkıntıların erken seçimle halledilmesi şeklindeki bir demokratik tercihi dile getirmek yerine; “Şartlar tamam olduğunda İhtilal meşru olur!” diyerek 27 Mayıs darbesini desteklemiştir. 1950 Mayısı’nda demokratik yollardan el değiştiren ve yenilikçi ve anti-statükocu ellere geçen siyaset, darbeyle birlikte yeniden statükoculara geri döndürülmüştür. Statüko, 27 Mayıs sonrası o kadar etkin olmuştur ki, yeniden bir Yenilikçi-Sivil karşı koyuş (rejim tarafından her daim Karşı-Devrim şeklinde değerlendirilmiştir) olmaması için Demokrat Parti kapatılmış; Demokrat Parti’nin devamı olduğunu iddia eden ve Demokrat Parti’nin seçmen kitlesini hedef alan Adalet Partisi’nin başına bile 27 Mayıs Darbesi sonrası Genel Kurmay Başkanlığı’na getirilen Ragıp Gümüşpala geçmiştir. Ancak, 1965’te Demirel ile yeniden başlayan sivil algılama, Demirel’in Ordu ile Siyaset arasında denge kurma politikalarına, hatta Ordu’dan yana tavizler vermesine rağmen, 12 Mart ile birlikte yeniden statükocu yapının eline geçmiştir. Bu dönemde, 27 Mayıs’ta olduğu gibi yeniden sahneye çıkan statükocu İsmet Paşa, 12 Mart sonrası kurulan ve statükonun göz bebeği olan Nihat Erim Hükümeti’ne destek sağlamış ve o dönem statükonun karşısına geçen Bülent Ecevit ile karşı karşıya gelmiştir. Ardından gelen 12 Eylül süreci ve sonrasında yaşananlar, Demirel gibi, Demokrat Parti’nin kredisiyle bir yere gelebilmiş ve iki darbe görmüş bir şahsın gitgide statükodan yana tavır alması şeklinde cereyan etmiştir. Öte yandan, (Demirel’in rızasıyla) 12 Eylülcülerin kabinesinde yer almakla birlikte statükoyu her zaman eleştiren ve yenilikçi bir yaklaşım sergileyen Özal, Türkiye’de yeni bir sivil ve yenilikçi siyaset tarzının yolunu açmıştır. Ancak, Özal sonrası dönemde Mesut Yılmaz gibi bir statükocunun başa geçmesiyle birlikte, denge yeniden statükoculardan yana dönmüş; Yılmaz’ın Demirel’in inisiyatifleriyle özellikle 28 Şubat sürecinde ara dönem prensi olarak Başbakan koltuğuna oturtulmasıyla beraber statüko bir kez daha anti-demokratik yollarla yenilikçi sivil siyasete karşı zaferini ilan etmiştir. Ancak, statükonun, 2001 ekonomik krizi altında ezilmesi ve ardından Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin yükselişiyle beraber, ibre yeniden sivil ve yenilikçi siyasetten yana kaymış ve özellikle belli bir süre de (Avrupa Birliği süreci çerçevesinde) ibre bu yönde kalmıştır. Nitekim, statükonun kendi istediği tarzda (Necdet Sezer gibi) bir Cumhurbaşkanının seçilmesinde ısrar etmesi ile başlayan krizle yaratılan bombanın statükocuların elinde patlamasıyla birlikte 2007 seçimlerinde AKP’nin göreceli ve geçici yükselişi, yeniden statükoya karşı yenilikçi-sivil siyasetin yükselişi şeklinde yorumlanmıştır. Oysa, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın bu iki siyaset tarzı içindeki konumu oldukça tartışmalı ve nev-i şahsına münhasırdır. Çünkü, Erdoğan, zaman zaman sivil ve demokrat çıkışlar yapmakta ve yenilikçi bloktan yana tavır almaktadır; ancak zaman zaman da statükodan ve devletçi yaklaşımdan yana saf tutmakta; tabir-i caizse “İki cami arasında bi namaz” vaziyetine düşmektedir. Bu şekliyle, AKP’nin ve Erdoğan’ın görüntüsü aslında ne tam statükocu ne de tam yenilikçi; ama her ikisinden de biraz almış; son derece çirkin ve mutant bir organizmayı andırmaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin çizgisi, Türkiye’deki geleneksel ikili siyaset anlayışının dışında değerlendirilmelidir.  

Geleneksel olarak statükoyu tensil eden ve bu ezberin dışına sadece 1970’lerde Ecevit’le çıkan CHP ise, Deniz Baykal yönetiminde tam manasıyla statükocu ve devletten çok devletçi bir yapı sergilemektedir. Bu statükocu yapı, özellikle karşısında AKP gibi mutant ve karmaşık bir yapı bulunduğundan ve Ergenekon gibi statükocuların ısrarla savunduğu önemli bir adli sürecin yaşandığı ve de özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik bağlamında sivil-asker ilişkilerinin hiç de statükonun hoşuna gitmeyecek şekilde düzenlenmesinin gerekli olduğu bir dönemde belli liderler etrafında saflaşmaktadır. Bu liderler, bir tarafta CHP’nin Genel Başkanı Baykal iken; AKP’nin ancak geleneksel ve statükocu bir merkez-sağ ile aşılabileceğini savunan Mesut Yılmaz ve Süleyman Demirel’dir. Bu iki siyasi, artık siyasal ortamın kendileri için müsait olmadığını gördüklerinden midir, nedir; yeniden statükoyu hakim kılmak amacıyla kolları sıvadılar. Hedef olarak da kendilerine sivil-yenilikçi çizginin temsilcisi olan Süleyman Soylu’yu seçtiler.  Demokrat Parti Kongresi’nde Yenilikçi-Sivil Demokrat Soylu’yu devirip, kendileri gibi statükocu olan Hüsamettin Cindoruk’u getirdiler. Karşı Devrimci ve anti Statüko ilan ettikleri; halbuki mutant bir yapı olan ve esasında yenilikçi ve sivil olmayan AKP’yi alaşağı etmek için. Şimdilerde televizyon televizyon geziyor Cindoruk. Statükonun taleplerini, Ergenekon karşıtlığını her fırsatta dillendiriyor; daha doğrusu arkasındaki statükocu liderlerin sözcülüğünü yapıyor. Belki de ortamı yeni bir statükocuya hazırlıyorlar. Ama bu sefer işleri zor. Belki çok sağlam bir yenilikçi-sivil blok yok karşılarında; ama AKP gibi çok karmaşık bir yapı var.  Bu yapının çözülmesini ve kendilerinden yana dönüşmesini beklemek ya da daha önceleri olduğu gibi gayrı meşru ve anti-demokratik yollarla yaratmak zorundalar. Zira İnönü’den bu yana devlete iyice çöreklenen statüko artık rahat nefes alamıyor; kendisine yeni yaşam alanları açmak ve bekasını sağlamak zorunda. Bugüne kadar bu ülkede siyaset böyle şekillendi ve siyasi seyahat bu yerlere kadar geldi. Yolun bundan sonraki kısmında ne var; bilemiyoruz; ama bu mücadele daha çok sürecek gibi; bir yanda devlet yönetimini elinden bırakmamak için her yolu mubah bilen, devletçi-statükocu-askeri vesayetçi kesim; diğer yanda ise sivil-yenilikçi-demokrat kesim. Ha, bir de ne olduğu tam anlaşılamayan arada kalan; bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelenler var. Bir yanda ikili bir tarz-ı siyaset var; diğer yanda ise tahterevalli siyaseti: Bir inen bir çıkan….

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin