RSS Feed for This Post

Norşin Köyü’nün Sıradışı Kızı

Rüzgarlı bir Haziran günü Fatih Camisi’nin avlusundan onu  böyle uğurlayacağım hiç aklıma gelmemişti. Ağızların tadını kaçıran ölüm şu an ne kadar da sahici. Dostum, hayran olduğum kadın, gençliğimin bir parçası şimdi bu tahtaların altında.
 
Biliyorum seni çok özleyeceğim. Biliyorum çok ağlayacağım ardından. Uzun zaman adın her anıldığında bir yumruk oturacak boğazıma. Bir sürü kararlar alacağım. Bir sürü planlar kuracağım kalan ömrümü daha anlamlı kılmak için. Üstelik şimdiden biliyorum hepsini unutacağım. Ölümün acı tadını, bu avluda ne kadar ağladığımı, tüm o deli bozuk hallerini… Bir sürü şey olacak hayatımda. Acı, tatlı, anlamlı, anlamsız, gözümdeki yaşlar kuruyacak. Bir arada geçen zamanların acı tatlı anıları yüzümdeki çizgilerin sayısı artarken silikleşecek. Kısa bir süre de olsa beni sona eren bir hayatın karşısında sallayan, çaresizliğimi tokat gibi yüzüme çarpan bu duygular daha cenazen toprağa verilmeden hayatın gündelik kaygıları ile birleşip yüzünde riyakar bir hüzün ile ihanet edecek kalbimi acıtan yas duygusuna. Asla unutmayacağım denilen neleri unutturmamıştır ki hayat insana…
 
Bak şimdiden dört yıl oldu bile sen vefat edeli. Ve ben dün gece çok zorladım hafızamı neler konuşmuştuk son görüşmemizde hatırlayayım diye. Sonra çok şeyi hatırladım da en çok bir tanesi yer etmiş aklıma. ” Ben hep ölüm korkusu ile yaşadım yakın zamana kadar. Özellikle kanserden ölmekten çok korktum. Türlü çeşit kanserin her aşamadaki semptonlarını ezbere bilirdim gençliğimde. Bir ara her Allah’ın günü insanlara içimdeki tümörün şimdi hangi aşamada olduğunu anlatır paniklerime inandırırdım. İnanır mısın uzun zamandır hiçbir şeyden korkmuyorum. Korku denilen şeyin ne olduğunu bile unuttum artık.” demiştin.
 
Suratına baktım. Nasıl olabilir böyle bir şey. Insan korkuyu öldürebilir mi? Doğru söylüyordu Süreyya. Zaten hiç yalan söylemezdi ki?

Cihan Aktaş’ın ifadesiyle sıra dışı bir ailenin sıra dışı kızıydı O. Norşin Medreselerinden yetişmiş en son alimlerden birinin üniversite sıralarına kadar hiç resmi eğitim almamış kızı. İlk,orta ve liseyi dışardan bitirmişti. Sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi Bölümüne girmişti. Medrese kökenli bu ailenin çocukları Norşin köyünden İstanbul’a taşındıktan sonra adeta ikiye bölünmüştü. Aynı evin içerisinde sosyal bilimlere merak salanlar ve Fen bilimlerine merak salanlar. Süreyya Fen bilimlerine değer veren kanattaydı. Ama Arapça’yı, ingilizce’yi, Osmanlıca’yı da öğrenmeyi ihmal etmemiş, Kur’an ilimlerinde mükemmel yetiştirmişti kendisini. Üniversiteyi bitirdikten sonra da hiç uzak kalmadı Kur’an öğrenme ve öğretme sevdasından. 
 
Okul koridorlarında öcü, ninja diyen gençlerin sözlerini, bazı hocaların aşağılamalarına katar hiç etkilenmemişiz gibi, çok sağlammışız gibi, en sert yüz ifadelerimizi takınır, en sağlam adımlarımızla Süreyya ablanın yanına koşardık 80 lerin sonlarında. Suffa diye bir kursumuz vardı. Peygamberimiz zamanında yoksul gençlerin barındığı ilim tahsil edilen evin ismiydi Suffa. Burası da adına yakışır yoksullukta ve her daim cıvıl cıvıl kaynayan bir yerdi. Üniversite okuyan gençler ile ders boyunca uyuklayan Türkçe bile bilmeyen yaşlı teyzelerin yan yana yer minderlerine dizilip hevesle lafa söze atlamak için pusuya yattıkları, alimi, cahili, çoluğu, çocuğu, hatta yarı delisinin bile gönlünün kırılmadan sözünün dinlendiği, kendisine değer verildiğinin hissettirildiği bir garip mekan. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Biz Suffa’nın yiğitleri yoğurdu başka türlü yerdik. Bizim derslerimiz şimdilerde insanların çatık moderator kaşlarının tehdidi altında yaptığı çağdaş terapi seansı benzeri oturumlara  benzemezdi. Söz, zamanı gelince kapanın elinde kalırdı. Eh çok da uzatırsan tatlı bir şaka ile susturulma ihtimalin de vardı tabi.
 
  Eskiden gazetelerin sadece magazin sayfalarını takip eden bendeniz Halepçe’ye ağlamayı, Filistin’in tarihi ile ilgilenmeyi hep Suffa’da öğrendim. Yine de çoğu zaman okuluna gitmelisin aksatma diye kovalanırdım Suffa’dan. Ah kolaysa bu dost yüzlerden vazgeçipte hırlaşa gürleşe okulun derslerine gir şimdi. Vallahi Süreyya Abla derdim, ben olmadan o okulda herkes çok daha mutlu, üzmeyelim hocalarımızı. Gidip de bozmayayım şimdi bu huzur ve güven ortamını. Nafile. Laf anlatamazdım.
 
Yılbaşı gecelerine mahsus anne ve babamın rahatça yılbaşı kutlayabilmek ve dansöz seyrederken benim söylenmelerimden kurtulabilmek için istisnai izinleri olurdu Suffa’da kalmam için. Böyle gecelerde mutlaka beraber gideceğimiz bir panel olurdu. Çoğu zaman yüzlerce erkeğin en azından büyük bir kısmının gene mi bu kadın diyen bakışı, oflayıp puflamaları altında sorularıyla, itirazlarıyla konuşmacıları bunaltır bilgisi ve zekasına ters bir şeye o gür sesi ve tatlı şivesi ile müdahale etmeden duramazdı Süreyya. Hoca efendilerin ya da popüler yazarların makineli tüfek gibi konuşan, itirazlarını sıralayan bu davudi sesli kadın karşısındaki sessiz la havlelerini duyar gibi olurdum. Belli ki haddini bilmez bir KADINdı. Ama O’ nu bir çay bahçesinde beraber oturmaya ikna etmek de mümkün olmazdı. Böyle olmak, bu tür bir rahatlığa alışmak istemiyorum derdi. (Of Süreyya Abla.Ben istiyorum çay bahçesinde oturmayı, hem de o yer minderleri belimi ağrıtıyor. Biliyor musun ben koltuk ta seviyorum galiba. Üstelik yer sofrasında yemek yemek Suffa hariç her yerde işkence gibi geliyor. Ama kendime bunları itiraf etmem için bir on sene  lazım daha)
 …
Yoruyordu beni hep farkında olmak, hep bir şeylerin peşinde olmak.Sıradan insanların hiç birşeyi umursamaksızın yaptığı sohbetlere imreniyordum. Sadece çocuklarından, gündelik hayatın öylesine dertlerinden, Oktay Usta’nın sabahki kek tarifinden, Seda Sayan’ın yaşı üzerine giriştikleri uzun mu uzun kavgalardan bahsederken ne kadar mutluydular. Birbirlerini gördükleri zaman merhaba nasılsından sonra ilk soruları ‘ee şimdi neler yapıyorsun’ değil hadi gidip bir kahve içelim, akşam gene bizim ki canımı çok sıktı ya da Adil Işık’ta indirim varmış bir bakalım mı idi. O can sıkan konuları konşurken takındıkları  umursamazlık bile imrendiriyordu adamı. Dinlemesi ölümden beter olsa da…
 
Eee şimdilerde neler yapıyorsun anlat bakalım. Ben hayatımda en çok bu soruya kızdım, en çok bu soru karşısında kendimi çaresiz hissettim. Hiçbir şey ama hiçbir şey yapmadığım zamanlarımı, ait olduğum kalabalıklarda kendimi ne kadar yalnız hissettiğimi, ait olmadığım kalabalıklarda insanlarla ortak konuşacak bir kelime dahi bulamadığımı, kimi zaman hayatın sürpirizleri karşısında çaresiz yüklendiğim sorumlulukların içinde hiçbir kitabın, makalenin, kelimenin beş paralık anlamı olmadığını nasıl anlatabilirim. Üstelik hiç ama hiçbir şeyi anlatmak istemiyorum kimseye. Tesellileriniz beni öfkelendiriyor. İhlasınız içimdeki haset duvarlarına çarpıyor. İçimde kopan fırtınaları, tanrı ile kavgalarımı, her kavgadan biraz daha yenik çıktığımı anlatmalı mıyım sizlere. Ben kavgalarıma son verememişken nasıl bekliyorsunuz benden çıkıp da insanlara yol gösteren olmamı.
Söyleyebileceğim sadece şu: ben hep Tanrı’ya yenik düştüm ve hep gitgide daha fazla. Asla inkar edemeyeceğim kadar inandım ona. Kendine tapan,kendine sığınan adamın hali hep komik geldi Tanrı’ya tapma, Tanrı’ya sığınma ediminin yanında. Bütün hikaye buydu aslında.

 Bu ihlaslı ve çalışkan kalabalığa artık dahil olamama hali üzüyordu beni ama biliyordum ki O hep iki adım ötedeydi. Ne zaman olsa giderim, beni o neşeli haliyle kucaklar ve bir çay demler kaldığımız yerden devam ederiz. Sonra güneşli bir haziran günü bir telefon; hastanede son nefesini veriyor. Vasiyeti varmış: “Ben herkese hakkımı helal ediyorum. Yanıma artık kimseyi almayın sonra yıkanıp, kefenlenince görür arkadaşlar beni” Vasiyetini tutmamak olmaz. Sonrasında ise görmeye benim içim elvermedi. Sağlığında esirgediğim saatleri böyle telafi etmenin ne anlamı vardı. Belki de ölümle bir kez daha yüzleşmek işime gelmedi. Kimbilir…
 
Vefatında cenazesini görenler hep aynı şeyi söylediler; gülümsüyordu…
 
Bitlis’ in Norşin köyünde doğmuş, muhtemelen Türkçe’yi sonradan öğrenmiş, hep çabası ve Allah vergisi zekasıyla bildiklerine sahip olmuş sıra dışı bir Kürt kızıydı Süreyya. Bir kardeşi 12 eylül öncesi bir Cuma namazı çıkışı ülkücülerin kurşunlarıyla şehit olmuş, diğer kardeşinin 12 eylül sonrası hapishanelerinde yaşadığı işkencelere gün be gün şahitlik etmiş, ailesi nice badireler atlatmış bir alime. Elbette bir melek değildi. Çok deli dolulukları ve zaman zaman da yanlışları vardı.
 
Baştan aşağı siyah giyerdi dışarı çıkarken. Kocaman botlar. Dişiliği ile baş döndüren dişiliği ile yer edinen biri de değildi adet olduğu üzere. Ama gerçekti, insandı, bir acı resim ya da haber gördüğünde, bir ayet okunduğunda anında gözlerinden sessiz yaşlar akacak kadar insan. Ve gizli koylara yüzmeye gittiğimizde en gür kahkahaları atacak kadar çocuk. Benim fırsat varken ertelediğim dostluğumdu. Aradan bunca zaman geçtikten sonra geçen gün bir arkadaşımın söylediği sözlerdeki gibi “nasıl bir insanmış ki tanıyan kime sorsam hemen ağlıyor” dediği gibi bir insandı. Sustum. Çünkü biliyorum ki iki cümle söylesem ağlayacağım.
 
Suffa yok artık. İstanbul Üniversitesi’ nin koridorları da nicedir Norşin Köyü’nün fen bilimlerine meraklı genç kızlarına kapalı. Meydanların parlak cumhuriyet kızlarıyla birbirlerini tanıma, iki ders arasında laflama ve birbirlerini sevme ihtimalleri de yok. Norşin köyü’nün kızlarının asla giremediği akademilerin saygın araştırmalarından öğreniyor kızlarımız öteki mahallenin ‘uykuları kaçıran tehditkar dünyasını’. Kırmızı çizgilerin ötesine geçmek yok, risk yok, tasa yok.
 
Ha gayret Türkiye bundan daha kötüsünü de yapabiliriz.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor.

Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 9 Yorum

  2. Yazan:eg Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Allah mekânını cennet etsin…

  3. Yazan:y.ö Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Allah rahmet eylesin.

    Özlem hanım,
    kimse alınmasın lütfen ama, bu sitede uzun yazılarını sonuna kadar okuyup, sonra dönüp tekrar okuduğum tek kişisiniz.
    Lütfen yazmayı hiç bırakmayın.

    en içten sevgi ve selamlarımı sunuyorum size.

  4. Yazan:Serdar Kaya Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Iceride neler olup bittigini bilmeden onunden gecip gidiyormusum demek ki.
    http://www.suffavakfi.org.tr/altsayfa.php?sayfa=vakifhakkinda

  5. Yazan:Ekrem Senai Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Gerçek Hayat dergisi yazı işleri müdürü Faruk Yücel de vefat etmiş. Ne güzel insanlar ayrılıyor aramızdan, birçoğunun farkında bile olmuyoruz. Allah rahmet etsin.

    Abi biz değişmesek, biraz daha sinirlenince küfredebilen adamlar olarak kalsak istiyorum aslında. Ne bileyim, reel politik umurumuzda olmadan post modernizmin canı cehenneme diyerek cümlelerimizi sonlandırsak. Tatlılardan Sütlü Nuriye`yi, şarkılardan Eğlen Güzelim`i, şairlerden mesela Ali Ayçil`i hep sevsek istiyorum. Hala futbolla ilgilenmemeyi bir başarıymış gibi anlatanlardan olmasak. Tribünlere dolsak mesela. Ve hatta yanımızın olgunlaşmamasını biz dert etmesek. Olgunlaştım diyenden korkarım çünkü ben.

    Merhum Faruk Yücel’le yapılan bir röportaj.
    http://www.8sutun.com/haber?id=41969

  6. Yazan:çuvaldız Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Özlem hanım,

    Hiçbir şey ama hiçbir şey yapmadığım zamanlarımı, ait olduğum kalabalıklarda kendimi ne kadar yalnız hissettiğimi, ait olmadığım kalabalıklarda insanlarla ortak konuşacak bir kelime dahi bulamadığımı, kimi zaman hayatın sürprizleri karşısında çaresiz yüklendiğim sorumlulukların içinde hiçbir kitabın, makalenin, kelimenin beş paralık anlamı olmadığını nasıl anlatabilirim.

    Ben buna kürdanla sandal çekmek diyorum.Beyhude! Sonra aklıma çay kaşığı ile kaçmak için tünel kazmak sonrasında da karıncalar geliyor.Karınca kolonisine baktığımda gördüğüm ise telaş;günün aydınlanması ile yuvalarından çıkan yüzlerce karınca gün batımına kadar biteviye aynı telaşla koşturup duruyor.Her sabah hayata uyanan insanların sokakları,otobüs duraklarını,vapurları doldurdukları hız ve telaşla akşam iş çıkışı uykuya dönüşte boşaltmaları gibi.Bazen onca gayretle yuvaya taşınanın toplu iğne başı kadar olmayan bir ekmek kırıntısı yada üç beş karınca tarafından imece usulü taşınmaya çalışılan bir çekirdek kabuğu olduğunu görünce beyhudelik üzerine bir kez daha düşünüyorum.Karıncalar izlendiklerini bilerek birilerine yol göstermek derdiyle yapmıyorlar bunları oysaki.Karıncaları izlediğim sırada biri kalkıp “neler yapıyorsun anlat bakalım” dese vereceğim cevap “karıncaları,(insan kalabalıklarında kendimi) seyrediyorum” olacak.Tabii bu cevabı alan birinin ne düşünebileceğini az yada çok tahmin edebilmek mümkün; “hiçbir şey yapmıyorsun yani,iyi o zaman hadi gel bi kahve içelim” 🙂

    Üstelik hiç ama hiçbir şeyi anlatmak istemiyorum kimseye. Tesellileriniz beni öfkelendiriyor. İhlasınız içimdeki haset duvarlarına çarpıyor. İçimde kopan fırtınaları, tanrı ile kavgalarımı, her kavgadan biraz daha yenik çıktığımı anlatmalı mıyım sizlere. Ben kavgalarıma son verememişken nasıl bekliyorsunuz benden çıkıp da insanlara yol gösteren olmamı.

    Sizi teselli etmek maksadıyla yazmadığım için öfkelenme ihtimaliniz yok demektir.Bundan cesaretle devam ediyorum;Neden bir kırıntı yada çekirdek kabuğu taşıyor olduklarının bilincinde olmayan karıncaların da telaşı, kavgası ölene kadar hiç bitmeyecek.”Yol göstermek”, bir mecburiyet gibi hissedildiğinde kırıntının ağırlığı zamanla artan,kurtulmak istenilen bir yük haline gelir.Ancak bu yükten, bir karıncanın o kırıntıyı taşımaya mecbur olduğu kadar mecbur olunduğu fark edilene kadar kurtulabilmek mümkün değildir.Karıncalar yapmakla mükellef kılındıkları işi yapıyorlar,hepsi o kadar.

    Suffa yok artık. İstanbul Üniversitesi’ nin koridorları da nicedir Norşin Köyü’nün fen bilimlerine meraklı genç kızlarına kapalı. Meydanların parlak cumhuriyet kızlarıyla birbirlerini tanıma, iki ders arasında laflama ve birbirlerini sevme ihtimalleri de yok.

    Yer altındaki tünelleri, yüzeydeki ufacık toprak tepeleri ile karınca yuvalarının bir Suffa dan çok da büyük farkı yok.İnsanların birbirlerini sevebilme ihtimali mekanlarla sınırlı değildir bu ihtimal “asla”ya rağmen var.Bu sevebilme ihtimali olduğu içindir ki “asla” kelimesini telaffuz etmekten imtina etmek gerekir.

    Norşin köyü’nün kızlarının asla giremediği akademilerin saygın araştırmalarından öğreniyor kızlarımız öteki mahallenin ‘uykuları kaçıran tehditkar dünyasını’. Kırmızı çizgilerin ötesine geçmek yok, risk yok, tasa yok.

    Bir karıncanın akıllı uslu insanoğluna asla yol gösteren bir kılavuz olamayacağını söyleyebilmek mümkün değil.

    Ha gayret Türkiye bundan daha kötüsünü de iyisini de yapabiliriz.

    Bu yazıyı kaleme alıp bizlerle paylaşmakla iyisini yapmış olduğunuza inanıyorum. Yüreğinizden Süreyya doğru giden sevgi yolunu gösterdiğiniz için elinize yüreğinize sağlık.

    -Eee şimdilerde neler yapıyorsun anlat bakalım Özlem hanım.

    -Vallahi Süreyya Abla derdim, ben olmadan o okulda herkes çok daha mutlu, üzmeyelim hocalarımızı. Gidip de bozmayayım şimdi bu huzur ve güven ortamını. Nafile. Laf anlatamazdım.

  7. Yazan:suzannur Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Dokunuversem incecik kristal gibi dökülüverecek kelimeler, Harakani’nin dediği gibi, gönülde olanın dile yansıdığı bu kelimeler…
    Yüreğinizin bir parçası artık bu kelimelerde burada atıyor, yüreğinize sağlık…
    Muhabbetle…

  8. Yazan:özlem Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Serdar Bey bu vakıf sanırım Süleymaniye taraflarında bir yerlerde olsa gerek. Bizim Suffamız bu değildi. Süreyya Ablanın ölümünden sonra kapandı zaten. Bakın ben size anlatayım nasıl bir yerdi.
    Önceleri Atikali’de sonra kargümrükte küçük eski dökülen,bir apartman dairesi.

    İçeride eşya olarak sadece bir iki kırık sehpa, sandık mı kitaplık mı belli olmayan içi tıklım tıklım kitap dergi gazete dolu bir kitaplık, etraftan toplanmış yer minderleri ve eski perdeler ile bir kaç kırık dokuk kap kaçak. Ve haftanın hemen her günü yapılan çeşitli dersler risale i nur okumaları, tefsir dersleri, kitap,haber yorum dersleri. canı isteyen gelir ders çalışır isteyen sohbet eder falan.Çoğu zaman geceleri kalan bir iki evden atılmış ya da çeşitli sebeplerden evsiz kalmış hanım.
    Gelenler son derece kozmopolit, Kürt,Arap,Boşnak,Azeri. Ve herkes kendi etnik kimliğini saklamadan çok doğallıkla yaşayabilir hatta tadını çıkarabilirdi. Resmi bir vakıf değildi.

  9. Yazan:özlem Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Sevgili y.ö, Suzannur ve çuvaldız guzel kalbinizle yaptığınız yorumlara çok teşekkür ederim.
    Sevgili Çuvaldız bakmayın benim öyle sinirleniyorum gibi kaprislerime. Ben biliyorum ki benim ki dersini çalışmamış çocuğun hazırlıksız yakalanmasına benzer bir asabiyet. Bir suç üstü hali:)İnsanın hayatında çok farklı zamanlar oluyor. Her huzur hali kişinin hayrına olmadığı gibi her huzursuzluk hali de bilinçlilik haline işaret etmiyebiliyor. Sanırım benim gibi kendisi ile çokça kavga eden insanlara bir çuvaldız seslenişi iyi gelebilir.
    Ekrem bey ben hala karar veremedim eğlen güzelim dinleyen adam mı olmalı yoksa selefi bir hal mi bize iyi gelir:) Ama sanırım bazı insanlar o kadar da ayak uyduramıyorlar. Koşu İyi insanların koşusu bile olsa yoruluyor bir kenara çekilmek istiyorlar.Arada bir kendi haline kalıp kavga etmeye ihtiyaçları vardır belki de:)

  10. Yazan:özlem Tarih: Haz 10, 2009 | Reply

    Bu geçen sene Cihan Aktaş’ın yaptığı bir konuşma imiş. Aslında daha önce görsem sadece bu yazıyı yollardım derin düşünceye. Ne güzel anlatmış.

    Süreyya
    Salı, 17 Haziran 2008 10:57

    İnsanın ebedi aleme intikal etmiş bir arkadaşının arkasından bir yazı yazması, bir konuşma yapması o kadar da kolay değil. Bir insanı ne kadar tanırsanız tanıyın, yanlış anlamış ve yanlış aktarıyor olabilirsiniz. Süreyya söz konusu olduğunda bu sorun ağırlığını yitiriyor gibi görünüyor zahirde. O içi dışı bir, düşündüklerini saklamadan dile getiren yanıyla herkesçe kolay anlaşılır bir kişiliğe sahip görünse de sınırları olan biriydi. Çok fazla insanla muhatap oluyordu. Sanki sürekli kalabalıkların arasındaydı İnsanların meselelerine çözüm yolları aramayı her zaman bilimsel toplantılara yeğlediği söylenebilir.

    Onu ilk tanıdığımda otobüsle Bakırköy’de bir evde gerçekleşecek olan bir tefsir toplantısına giden bir grubun arasındaydı. Yıl 1980 olabilir. Kılık kıyafetinin yalınlığıyla dikkatimi çekmişti. Her zaman fetva sorulmak üzere aranan bir alim olan Sadrettin Hoca’nın kızı Süreyya Yüksel, hurafelerle bulandırılan İslami inançların halka doğru bir şekilde aktarılması konusunda sorumluluk duyan gönüllü vaizelerden biriydi. Sonraki yıllarda da Sabiha Ünlü ile birlikte batıl inançları ve hurafeleri İslami inançlardan ayıklamaya dönük çalışmalarıyla dikkatimi çekmeye devam etti. Konuşulan kitlelerle ilişkilerinde hiyerarşik değil de diyolojik, yüz yüze bir öğrenme yöntemini benimseyen vaizeleri ‘yeni vaizeler’ olarak adlandırmıştım bir yazımda. Süreyya alışılmış anlamda bir vaize değildi kesinlikle. Bağlamı dikkate alarak konuşuyordu her şeyden önce. Yaşadığı zaman ve mekanın önemli gündem başlıklarının farkındaydı.

    80’lerin ilk yarısı yoğun okumalar dönemiydi. İkinci yarısı ise sonraki yıllarda Türkiye’nin kültür ve siyaset iklimini etkileyecek panellerle geçti sanki. Süreyya yayınlanan kitaplardan bir şekilde haberdar olur ve bunların arasında okunması gerekene ulaşırdı. İslamiyet merkezli okumalar yapardı. Fakat sanat ve edebiyattan da anlar ve bu alanlardaki yeni dalgaları takip ederdi. Moda akımları tezlikle farkeder ve onları yerli yerince değerlendirmeye çalışırdı. Son yıllarında Risale-i Nur okumalarına ağırlık vermişti. Tefsir dersi verdiği için, bu alandaki okumalarını önceliyordu. Düşünür yanıyla ise öğrendiklerini yeniden yorumlamaktan geri durmuyordu. Vitrin insanı değil, mânâ insanıydı. Her zaman doğrudan doğruya insanın güncelik meseleleri bağlamındaki sorunlarını çözme çabasını yeğlediği izlenimini vermiştir bana.

    Panellerde konuşmacıların kendisine tutarsız gelen açıklamalarına yönelttiği eleştirilerle dikkat çekerdi. Bu açıdan medeni cesaret sahibiydi. Değerler söz konusu olduğunda dengeleri gözetmeyi öncelemekten kaçınırdı. Eleştirel bakışıyla sıyrılıyordu içinde bulunduğu topluluktan. İki yüzlü, dinsel bayram ve mekanlarla sınırlı tutulan bir din anlayışının Müslüman toplumlarda oluşturduğu kişilik kaymalarını ve bölünmelerini analize tabi tutuyordu. Şefaat, velayet, türbe kültürü gibi konularda da eleştirilerini sürdürüyordu. Kul, Allah’la ilişkisini kendisine kutsallık atfeden veya bu şekilde bir atıfa açık olan kişilikler üzerinden geliştirmemeliydi.

    Kadın olarak da farklıydı. Rutin ev hayatının dışındaydı. Bu anlamda yersiz yurtsuz bir duruşu olduğu söylenilebilir. Her an gidilmesi gereken bir etkinliğe, anlamlı bir toplantıya katılabilirmiş gibi yaşardı. Müslüman kadın olarak alternatif bir varoluşu temsil ediyordu. İlkeli ve ihtiyatlıydı. Heyecanlı ve coşkuluydu. Günah ya da şirk konusundaki tepkisi, şu temel yargısının da ifadesiydi: Öğretilmiş ya da keşfedilmiş dinsel bilgi ve bilince rağmen 60 veya 70 yıllık bir ömürle sınırlı olamazdı hayat. Sınav hep sürüyordu. Sürekli sınavlardan oluşan bu hayatı Peygamberimizin bir hadis-i şerifinde dile getirdiği gibi, bir ağacın altında dinlenip de yola çıkmaya hazırlanan bir yolcunun ruh haliyle yaşayabilmeliydik.

    Onunla 80’lerin ikinci yarısında yeniden karşılaştığımda, Ehli Suffa diye çağrılan bir tür sivil toplum kurumu denilebilecek bir oluşumla ilgili çalışmaların içindeydi. Başörtülü kadınların cemaat çalışmalarından kamusal alana yöneldiği yıllar… Sokakta kalan, evinden kovulmuş, yersiz yurtsuzlaşmış kadınların ve genç kızların uğradığı bir geçiş alanı gibiydi Suffa.
    Suffa ya da Ehl-i Suffa, bir yanıyla Hazret-i Muhammed’in (Selam üzerine olsun) evinin bitişiğindeki yoksulların, yolcuların, yoksul bilginlerin himaye edildiği mekânı; diğer yanıyla ise Miladi 1000’li yıllarda İslam dünyasında yaygınlık kazanan bir tür kadın sığınma evi-okulu olarak işlev gören Ribatü’l Bağdadiyyeler’i hatırlatıyor. (Ahmet Ağırakça’nın tespitlerine göre bu ribatların bir versiyonu, Mısır’da Eyyubilerin bir kolu olarak saltanat süren hükümdarlardan Melik Zahir’in kızı Tezkar Bay Hatun tarafından 13. yüzyılın sonlarına doğru kadınlar için bir eğitim ve sığınma mekânı olarak yeniden kurulmuştur. Fatma Aliye de ‘İslam Kadınları’ isimli eserinde bu ilginç kurumlar, Ribatü’l Bağdadiyeler’den söz eder.)

    İşte, kapısı bilgiye susamış kadınlar kadar sokakta kalmış muhtaç kadınlara da açık olan bu 20. Yüzyılın son çeyreğinde yapılanmış olan Suffa’da Süreyya, yazar Sabiha Ünlü ve çalışmalarını destekleyen arkadaşlarıyla birlikte, sesini duyurabildiği her kesimden kadına yönelik olarak hurafelerden arındırılmış bir dini bilinç kazanımı için çalışmalar yapıyordu. Geleneksel İslam’a mal edilse de aslında her türlü avami dini inanış içinde kendine yer bulabilecek, meselâ ‘türbelere bez bağlayarak dileğini Yaratan’a iletme’ gibi bir örnekte somutlaşan inanç alışkanlıkları, bu çalışmalarda eleştirilere konu oluyordu.

    Kolektivizmden bireyciliğe, cemaat alanından kamusal alana savrulmaların yaşanıldığı yıllar… 1990’da Fatih’te Sabiha Ünlü’nün, Halime Uyulan’ın ve Hasibe Turan’ın da katkılarıyla gerçekleşen ‘Türkiyem Türkiyem’ başlıklı kadın şenliğinin programı, bir değişimin ipuçlarını vermekteydi. Başlıca amacını kitap okuyarak ve ‘halka yakınlaşarak’ bilinçlenme olarak belirlemiş olan bir kuşak için, ilk kez ‘dantel örme’ gibi tanıdık bildik kadın becerilerine açılan bir kadın programıydı bu düzenlenen. Bu şenlikle birlikte dantel İslamcı kadınların dünyasına geri dönüş yapmış, şiir, tiyatro, şarkı, resim gibi sanatlar da yeni bir görüyle ciddiye alınmaya başlanmıştı. (Evdeki üretimin bu yıllarda bütün Türkiye’de kamusal bir onay ve takdir gördükten sonra yeniden geçer akçe olmaya çalıştığı da söylenebilir.)
    Süreyya aynı zamanda sanatçı bir duyarlılığa da sahipti. Bazen bir hikayemi okuduğu ve eleştirdiği olurdu. Tiyatroya özel bir ilgisi vardı. Amatör tiyatro gruplarıyla özellikle Filistin, Afganistan gibi coğrafyalarda yaşanan acıları ve kendi ülkemizdeki gündelik hayatta mevcut olan anlam kaymalarını konu alan oyunlar hazırlardı. Hikaye anlatma yeteneğine de sahipti.
    Bu hikaye anlatma yeteneğini kendisini yetiştiren teyzesinden almış olabilir.
    Kavrama yeteneği ayrıca hatırlamaya değer. İnsanları kolaylıkla tanır, fakat zaafları nedeniyle onları hayatının dışında tutmazdı. Kendi kişiliğine karşı da eleştireldi ayrıca. Derinlerindeki çocuktan ya da nahif genç kızdan söz etmeyi severdi. Geçen yıllar içinde değişme cesaretini gösterdi üstelik. Kadınlık algılarının tanımı ve eleştirisi bağlamında bir değişmeydi bu. Sosyal aktör olarak geliştirdiği kişiliğini bir yerde doğal özellikleriyle buluşturan bir uzlaşmayı gerçekleştirmeyi başardı. Feodal bir toplum yapısından geliyordu. Dinsel bilincin feodal örüntülerle meczolduğu bir yapıydı bu muhtemelen. Buna karşılık bir ölçüde ailesinde mevcut olan ilkelerin öncelendiği dinsel anlayışın etkisiyle ataerkil dil ve kültür yapısını sorgulayabildiği bir dünya görüşü edinmeyi başarmıştı.

    ‘Süreyya’nın bahsi geçtiğinde aklıma bir prenses geliyor aynı zamanda. Bitlis yıllarında, gözleri görmeyen fakat güçlü bir kişiliğe sahip bir teyze tarafından büyük bir özenle büyütülmüş saygın bir ailenin nazlı kızı, çok az Türkçe bilerek geldiği İstanbul’da karşılaştığı zorlukların üstesinden gelmenin yolunu ‘dua’yla birlikte insanların yardımına koşmakta bulmuştu.
    O soylu kişiliğini gizlemeyi bir görev bilirmiş gibi davransa da içinde gizlediği prenses zaman zaman varlığını ele geçiriyordu.
    Ablam Hülya Aktaş’la birlikte umreye gitmişlerdi. ‘Onu oraya çok yakıştırmıştım’, diye vurgular ablam hep. ‘Süreyya Kâbe’nin öz kızı gibiydi.’
    Onu Yasin Suresi’nde bahsi geçen ‘Şehrin en uzak köşesinden koşarak gelen’ tebliğciye benzetiyorum. Her an yola çıkabilirdi, o denli hafif ve yükten arınmıştı.
    Aceleci ve telaşlıydı. Ölmek için de acele etti. Hasta yatağında arkadaşlarının gösterdiği ilgiden fazlasıyla etkilediği söylenebilir.
    Ölümü, üç yıl önce bu tarihlerde bir yıldızın kayışı gibi gerçekleşti. Hızla, aceleyle kayarken yerine ışığını bırakan bir yıldız gibi görünüyor vefatı, bulunduğumuz andan bakarken. O nedenle de hâlâ aramızda… Rahmetle anıyoruz…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin