RSS Feed for This Post

Lâ, Nazan Bekiroğlu

Lâ, Nazan Bekiroğlu’nun son eseri. Öyle hemen okunuverecek bir anlatı değil karşınızdaki. Romandan çok mesneviye yakın, nesirden çok nazıma, düzyazıdan çok şiire… bu yüzden her bir kelimeyi yudum yudum içmeniz gerekiyor. Adım adım ilerleyebiliyor ama koşamıyorsunuz.
Adem’in hikâyesini okurken, Adem’de kendinizi okuyorsunuz. Adem her “Rabbim” dediğinde, siz de “Rabbim” diyorsunuz. Kelimeler Adem’in kelimeleri değil, sizin kelimeleriniz. Bir nev’i dejalu yaşıyorsunuz, kelimeleri daha önceden okumuş olduğunuz hissine kapılıyorsunuz.
İsyana muktedir olanın, hatasının ardından baş eğişinin kıymetini anlıyorsunuz. Kıymetli olan, başkaldıracak güce muktedirken, itaat’i tercih etmek… bu tercihi seviyorsunuz.
Hatanın büyük ya da küçük olmasının değil, “hata” olmasının, hata işleyebilecek yaratılışta ve hatayı anlayabilecek kavrayışta olmanın “adım” olduğunu anlıyorsunuz. Her şey adım. Adem’in adımlarında insanlığın adımlarını fark ediyorsunuz. Adım adım ilk adımları takip ediyorsunuz:
İlk ses, ilk kelime, ilk cümle, ilk yalnızlık duygusu, ilk erkek, ilk kadın, ilk aşk, ilk günah, ilk gaflet, ilk tevbe, ilk affediliş, ilk affediş, ilk gözyaşı, ilk tebessüm, ilk dokunuş, ilk yalan, ilk kayıp, ilk sürgün, ilk hata, ilk kırılış, ilk hüzün, ilk susayış, ilk acıkış, ilk sefa, ilk cefa, ilk yara, ilk tadış, ilk uyku, ilk rüya, ilk hastalık, ilk nimet, ilk ekmek, ilk kan, ilk sevişme, ilk kan, ilk anne, ilk bebek, ilk baba, ilk öpüş, ilk hırs, ilk kin, ilk edep, ilk edepsizlik, ilk dikbaşlılık, ilk kendini beğenme, ilk kibir, ilk ahde vefasızlık, ilk kurban, ilk terk ediş, ilk cinayet, ilk mezar, Azrail’in ilk görevi, bir oğlun babadan evvel ilk ölüşü, bir annenin evladını ilk defa yitirişi, ilk ölüm acısı, ilk vicdan azabı, bir kardeşin diğerini ilk kez öldürüşü… ve ilginçtir, hem ilkken hem de son olan ilk şey: cennette işlenen ilk/son günah.
Neden Lâ? Lâ, teslimiyetin ve isyanın ilk kelimesi çünkü. Lâ’da kalırsa isyana, tamamlanırsa (…ilahe illallah) teslimiyete işaret çünkü. Yazara göre, “Adem, İLLÂ’ya giden yolda bir LÂ hecesidir. İsyan tecrübesi onun ilk halidir. Adem, cümlenin daha başında LÂ diyecek, reddedecek özgürlüğe sahip olduğu halde illallah’a varmasıyla yaratılmışların en güzelidir, mümkünler alemindeki o en esrarlı heceyle, kendiliğinden değil bile isteyedir. LÂ, hiçlik mertebesi, öyleyse sonsuzluk ekidir.” (S:8)
İlk kadını, bir kadının anlatması beklenirken, çekimser kalmış yazar, Meryem’in hikayesini dillendirmeMEyi tercih etmiş, aslında Meryem’in hikayesinin ağır yükünü omuzlamamış, Adem’le insanlığı anlatırken, Meryem’i kadın ve ana olarak şahsa indirgememiş, GENELLEMEMİŞ, ona bir kadınlık ya da annelik rolleri üzerinden bakmayı tercih etmemiş. Bunu da okuyucusuna bildirmiş: “Bu kalem, Havva kalbinin bu hikayedeki gerçeğini çekmez. Bu yüzden bu hikayeye Havva’nın halleri sığmadı, sadece rüyaları kaldı.” (S:287) Bu, yazılanların hikaye olduğunu, aynı zamanda yazıl(a)mayan bir hikaye de olduğunun da göstergesi aynı zamanda.
Hikayeci olarak söz alırken, geleneksel anlatının anlatıcı ustaları gibi olayları anlatmış, anlattığını da gizlememiş. Bu noktada gelenekle moderni birleştirmiş, tıpkı düzyazıyla şiiri birleştirdiği gibi:
“şu cümle yazıcının hiçbir öyküsünde değişmez: Hesabı, bütün masumlar gibi, Hesap Gününün Sahibine havale etti.”(s:339) Burada ve diğer yerlerde de (bu kitabın en acı sayfaları bunlar… s:321) karşımıza çıkan anlatıcı kişi/yazar, tam da bu noktalarda modern anlatıdan geleneksel anlatıya kayıp, olaylar hakkında yorumlarda bulunarak anlatısına karşı nesnelliğini yitirmiş. Oysa tavır, okuyucunun tam da yazarın/anlatıcının o tepkiyi verdiği noktada, kendi tepkisini verebilmesi için -olumlu/olumsuz- anlatıcı kişinin duygu ve düşünceleriyle müdahalesinin “olmaması” olmalıydı.
Yazar, anlatıcı kişi olarak okuyucusuyla sohbet ederken, bu hikayeyi yazma amacının “kıssa üzerinde düşünme niyeti” olduğunu vurgular. Buna da referans olarak, Kur’an’da anlatılan hikayelere değinir: “Her şeyin doğrusunu söyleyen Kitap, manayı verir suret üzerinde durmaz. Esası verir ayrıntıda oyalanmaz. Kıssa anlatır ama maksadı hikaye anlatmak değildir. Esası desteklediği nisbette kıssa muteberdir.” Bir nev’i surete takılı kalır, ayrıntıya dalar, kıssa anlatır ama sebebi, bir niyete dayanır. Düşünmek ve ötesinde de düşündürmek. Yoksa ayrıntılar ya da sureti tartışmayacaktır okur, öyledir ya da değildir, kurgu dünyasıdır ve gerçeğin yakınında ya da ötesindedir ama kendi gerçekliğinde amaç, düşünmek’tir. Kıssamızdan bize düşen hisse, düşünmektir.
Üslup, yazarın bugüne kadarki en iyi üslubu. Kelimelerle öyle bir evren kurmuş ki okurken hayran oluyorsunuz. Bekiroğlu’nun cümlelerini bilen okurlar, onun normal cümle yapısını kırdığını, devrik, secili bir üslubu tercih ettiğini bilirler. Bu yapı, üslubunun özelliğidir ve bu üslup, en çok da bu son anlatıda belirginleşmiş hatta ustalaşmıştır. Rüyalar, sesler, ağaçlar, çiçekler… cümle tabiat betimlemelerle karşınızda iken; sadece bir hikaye anlatılır görünürken alttan alta insan psikolojisine tek bir hikayeden yola çıkarak ışık tutan(Adem’de ademin hikayesi); kah bir kuşun dilinden, kah bir ağacın duygusundan, kah bir atın rüyasından, kah toprağın acısından… başlayarak kainatla bütünleşen bir eseri binlerce kelimeyle vücuda getirme ve kelime ve kavramlara alışılmadık cümle dizisiyle yolculuk etme şansını buluyorsunuz. Ancak, Bir Rüyanın Tabiri adlı bölümde yazar, adım adım ilerleyen, acele etmeyen, lirik, şiirsel üslubunu kaybederek hikemi(nasihat etme) üsluba yaklaşmış ve eser boyunca kelimelerle büyülediği okuyucusunu, bu büyünün dışına taşımış. Öyle göze batar bir tarzda ki bu bölüm, anlatıcı kişi inandıklarını/doğrularını bu kadar doğrudan vermeseydi de -fazlasıyla emir cümleleriyle keskinlik taşıyan bir bölüm-  sezdirseydi çok daha güzel olurdu.
Postmodern romanın sorunlarından biri, romanda hiçbir sınır olmamasıdır ve türler arasında geçiş yapabilmesidir ki bu da aynı zamanda onun sonunu hazırlar. “Ortaya çıkan şey roman mıdır?” sorusu ile yüzleşmemiz gerekir ve çoğu yazar bu durumu bu tarzdaki esere roman değil de “anlatı” diyerek çözümler. Bekiroğlu, şekil üzerinde bilgi verirken, “romanla mesnevi arasına düşmüş bir kalemle hikaye ettim” der. Aslında, tam da bu noktada Bekiroğlu’nun eseri de roman değil, anlatıdır. Romandır dersek tartışma kaçınılmaz olur ve eseri gereksiz yere hırpalarız. Bu anlatı hırpalanmayacak kadar uzun bir yolun adımlarından izler taşıyor. Adem’den başlıyor yolculuk, hayır, öncesinden ve gelip gözlerimize değiyor, aklımıza sesleniyor, her türlü duygumuzu hatırlatıyor, kalbimize dokunuyor. Lâ, içimizde olanı yeniden hatırlatıyor, unuttuğumuzu sandığımızı ya da az hatırladığımızı düşünerek kah telaşlanıp kah umursamaz olduğumuzu.
Lâ, Bekiroğlu’nun  en güzel anlatısı. İnsan doğasına çırılçıplak bakışın satır satır örülüşü kelimelerle. Bir roman gibi değil, kelime kelime okunacak bir şiir. Bu, kusuru aslında Bekiroğlu’nun, ama aynı zamanda üslubunun da başarısı. Doğası gereği mesnevi, doğası gereği roman, ama kelimeleriyle pür şiir, pür kelime, pür insan. Eğer kelimeler üzerine gece-gündüz çalışmadıysa yazar, bu kelimeler bir hediye olarak sunulmuş olmalı kendisine. (Hatta bu romandaki kullanılan kelimelerin bir çalışması yapılmalı ve kullanılan kelime sayısı ve türü ortaya konmalı.) Ayrıntılar, ayrıntıların sıkmayan, tersine yeniden oku beni diyen çekiciliği. Herbir varlığın kendisini gösterişi ve isim buluşu. İsmiyle varlığını ispatlaması. Ağaçların dahi hikayeleriyle anlatıya girişi ve zenginleşen/varsıllaşan hikaye/varlık dünyası, hikayenin/insanın dünyası.
Lâ, okurken, “Beni oku” diyen bir anlatı. Kenara bıraktığınızda, sizi çağıran ve beni tamamla diyen…
Lâ, bir hatırlatışın kitabı. Geriye onu (LÂ) tamamlamak kalıyor. Bu da Lâ’da takılı kalmayanın, devamını getirebilenin nasibi.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

 ”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…” 

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

 

Derin Göz

 

Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, …

 (Buradan indirebilirsiniz)

 Baudolino (Umberto Eco)  Suzan Başarslan

Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir.  İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:eg Tarih: May 11, 2009 | Reply

    nun masalları ve yusuf ile züleyha’dan sonra birkaç hikayesi hariç bir daha okuma fırsatım olmamıştı bekiroğlu’nu. lâl’i ise alalı çok olmuştu ama okumaya sıra gelmemişti. bu vesileyle inşallah:) teşekkürler. gönlünüze sağlık.

  3. Yazan:cemile bayraktar Tarih: May 11, 2009 | Reply

    Bir süredir siyasi,felsefi yazılar içinde kaybolarak,gönlümün gamzesi edebiyat ve tasavvuftan öyle uzaklaşmışım ki,bunu yazarın Bekiroğlu anlatımına çok yakın bir tondan kaleme aldığı yazıyı okuyunca farkettim.Yazıyı içerik olarak beğenmekle birlikte üslubu ayrıca tebrik ediyorum.Bazen eserler üzerine yazılar okuyorum ama eserin tonundan bir hayli uzak olabiliyorlar,bu yazıda iki yazar arasında muhteşem bir uyum var.
    Bekiroğlu’nun tasavvufi edebi yazılarındaki başarıyı yetenekle alakalı bulmuyorum.Bu etki gücüne sahip eserler ‘hissetmek’ ile ortaya çıkabilir ancak.Belki de yaşayarak.Yaşamak ve yazmak arasında kopukluk olmaması sanırım ortaya böyle nadide eserler çıkartıyor.Çatal dillilik yapmak istemiyorum ama bir çok eserini beğenmeme rağmen Elif Şafak’ın Aşk kitabını tadsız bulmam sanırım bu bağlantıyı kopuk bulmamdan kaynaklandı,bunu şimdi anlayabiliyorum.
    Bekiroğlu denince benim aklıma ilk’İsim ile Ateş Arasında’eseri gelir.La ise maalesef ben de yok artık pek kimse yutmuyor ama yine msn listemin başına ‘bana bu eseri kim alıp,cennete gitmek ister’ yazacağım 🙂

  4. Yazan:ÖZLEM.T. Tarih: May 13, 2009 | Reply

    LA: enfes,lezzetli,zihnimin damağında bıraktığı tat her LA dendiğinde tekrarlanan güzel sonsuzluk hecesi..Kitabı otobüste okurken nasıl bir sarhoşluk içindeysem karşımda oturan arkadaşım nasıl bir bölüm okuduğumu sordu,ne okuyor olabilirdim ki bu kadar büyük ve odaklanmış bir gülümseme yapışmıştı yüzüme..
    Gerçi N.Bekiroğlu sadece bu kitabıyla değil bütün kitaplarında satır satır ,kelime kelime okunan bir yazar..Okumayanlar mutlaka edinsin..Ali Ural ”şiirsel anlatım” dendiğin de kızar,şiirsel anlatım yoktur ”bizzat bu şiirdir” der..işte öyle bir şey..Bu kadar güzel bir anlatımda neden Havva yok derseniz kitap sonunda yazar bize cevabını veriyor,aslında bu başka bir kitap konusu olmalı..Ve ilk kadın nasıl anlatılır inşaALLAH N.Bekiroğlu bize anlatır da okuruz..
    Bu arada Suzan hanımın eline sağlık ne kadar güzel tespitlerde bulunmuş,uzun zamandır okuduğum en güzel edebiyat eleştirilerinden..Şimdi kitabı bir kez daha okuyasım geldi..( 2 kere okudum ama 🙂 )

  5. Yazan:dilber Tarih: Tem 13, 2011 | Reply

    tekrar tekrar okunası ve hiç bitmeyecek bır hikaye

  6. Yazan:selin Tarih: Nis 28, 2014 | Reply

    kesinlikle çoook güzel bir kitaptı.Aldığım gün abartmıyorum 100 sayfasını bitirdim çok akıcı ve insanı heyecanlandırıcı bir şekilde yazılmış ve ben her sayfasını okuduğumda acaba öbür sayfada ne olucak ne anlatıcak diye merak ediyodum açıkcası kesinlikle OKUMAYANLARA TAVSİYE EDEBİLİRTİM.Bende internette böyle bir kitap olduğunu gördüm ve kitabın önce içeriğine daha sonra alttaki yorumlara baktım okuduğuma asla pişman değilim süperdi. 🙂

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin