RSS Feed for This Post

“Cenâb-ı Hakk”

allah-gravure-medium.jpg

İhsan Eliaçık

 Allah’a “Cenâb-ı Hakk” demişiz…

Ne büyük , ne muhteşem bir söz!

“Cenâb”: Saygınlık, yücelik ve ululuk ifade eden bir deyim.

“Hakk”: 1- Gerçek, gerçeğin ta kendisi 2- Doğruluk, hak, adalet…

“Cenâb-ı Hakk”: Büyük, Saygın, Yüce Gerçek, Doğruluk, Hak, Adalet…

Esmaü’l-Hüsna’dan olan el-Hakk Kur’an’da on yerde doğrudan Allah yerine, 218 yerde gerçek, doğru, adalet, hak anlamında Kur’an, İslam ve tevhid yerine, hisse, pay, borç, borçlu anlamında da insan (kul) hakkı yerine kullanıyor.

***

“Hakk” kelimesinin, Batı dillerindeki realite” (gerçek, gerçeklik), “right” (doğruluk, dürüstlük) ve “justice” (adalet, doğruluk) sözcüklerinin karışımına tekabül ettiği söylenebilir.

Hint-Avrupa dil kökünde varlık (re), Latince’de varlık, nesne, şey (res), Orta Latince’de gerçek, nesnel (realis) olarak kullanılıyormuş, buradan Fransızca’ya ve İngilizce’ye gerçeklik, hakikat (realite) olarak geçmiş… Türkçe’de de bu manada kullanılıyor; realite, realize, realizm, reel, sürreel vs…

Arapça’da ise hak, gerçek, doğruluk, görev (haqq), gerçekleşmek, kesinleşmek (tahaqquq), hak etmek, müstahak olmak, hak kazanmak (istihqâq), araştırma, soruşturma, anket (tahqîqât), insan hakları (huqûqu’linsâni), geçer, doğru, sağlam, kanuni, hakça (haqqanî), doğruluk, adalet, (haqqâniyet), dört yaşına giren deve ( hıqqa), gerçek, realite, hakikat, gerçeklik (haqiqat), gerçek, reel (haqîqî), esasen, gerçekten (fi’l-hagîga), haklı (muhıq) kelimeleri bu kökten…

***

Bu durumda hakk, soyut (verite) olanla somut (realite) olanın mutabakatını ifade ediyor. (Rağıp, Elmalılı).

Diyelim ki zihninizde soyut bir şeye inanıyorsunuz. Bunun gerçek ve doğru olduğunu nasıl anlayacağız? Zihinde olanı (verite), tarihte, hayatta ve tabiatta (realite) olanla test edeceğiz. Realitede olanla mutabık (uyumlu) ise işte o gerçektir, doğrudur.

Yani hayali olanı (umnî), sözlü olanı (kavlî) ve oluş halinde olanı (kevnî), birbiriri ile test edeceğiz. Gerçek olan (hakk) bunların mutabakatından çıkacak…

Bu durumda Allah’a el-Hakk (Gerçek) demek realitede olan/görünen değil; realite ile uyumlu olan Tanrı demektir. Kur’an ayetlerinin Hakk olması da realitede yaşanan sorunlarla uyumlu, onları çözmek için gelen, onlara gerçekçi çözüm yolları gösteren Kitap demek olur.

“Zihinlerde (verite) olan Allah’ı realitede göster, hani yok!” itirazı bu nedenle yanlıştır. Çünkü zihinde olanın realitede görülmesinden değil; realite ile uyumundan bahsediyoruz. Bu durumda Kur’an’ın realitedeki karşılığı demek, realite ile uyumu demektir. Kur’an’ın realitede görünmesi 7. yüzyılda yaşanmış bitmiştir ve biz o çağlarda yoktuk. Fakat Kur’an’ın realite ile uyumu örneğin “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı gömüldü?” sorusudur. Çünkü bu o günkü realitede görülen ve bugünkü realite ile de uyumlu olan bir sorudur. Nice kız çocuğunun hayatı hala diri diri mahvedilmiyor mu? Gelecekleri karartılmıyor mu? Uyuşturucudan tutun, fuhuş mafyalarına kadar nice kızın hayatı söndürülmüyor mu?

Realite ile uyumluluk derken bunu kastediyoruz.

Bu nedenledir ki İslam’ın bir gerçek hayat dini, Kur’an’ın da bir gerçek hayat kitabı olduğunu söyleyip duruyoruz. Buna uymayan İslam ve Kur’an yorumları ile yüzleşmeye girişiyoruz.

***

Demek ki biz adı Gerçek, Hak, Adalet olan bir saygınlığa ve yüceliğe (Cenâb) inanıyoruz.

Hal böyle olunca yeryüzünün en “gerçekçi” insanlarının Müslümanlar olması, dahası gerçekçiliği onların insanlığa öğretmesi gerekmiyor mu? Çünkü Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” (Büyük, Yüce Gerçek) diyorlar…

Hal böyle olunca yeryüzünün en hakka hukuka riayet eden, hak konusunda kılı kırk yaran insanlarının Müslümanlar olması, dahası hakkı ve hukuku onların insanlığa öğretmesi gerekmiyor mu? Çünkü Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” (Büyük, Yüce Hak) diyorlar…

Hal böyle olunca yeryüzünün en adaletli insanlarının Müslümanlar olması, dahası adaleti onların insanlığa öğretmesi gerekmiyor mu? Çünkü Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” (Büyük, Yüce Adalet) diyorlar…

İslam inancının mihverinde bunlarr olduğuna göre, tepeden tırnağa bütün dinin bu bakış açısı ile ele alınması, yaşanması ve insanlığa öylece sunulması gerekmiyor mu?

Fakat heyhat!

Yeryüzünün neredeyse en “gerçeklikten” (tarihten, hayattan ve tabiattan) kopmuş, hak, hukuk ve adaletten bihaber milletleri Tanrılarına “Cenâb-ı Hakk” diyenler…

Kalkmış “gavur” dedikleri milletlerden “gerçekçilik” (realizm) öğrenir, onlardan hak, hukuk, adalet dilenir hale gelmişler.

Yetmiyormuş gibi “Nereye gidiyorsunuz? Siz “Cenâb-ı Hakk’a” inanmıyor muydunuz? Demek inandığınız başka bir şeydi ya da galiba aslında inanmıyorsunuz. Gelin “Cenâb-ı Hakk’a” (gerçeğe, hakka, adalete) adam gibi inanalım, yaşayalım ve yaşatalım…” diyenleri de, Batıdaki realizmden etkilenmekle, modernist mülahazalar içinde olmakla suçlamazlar mı?

“Ne sırıtıyorsun, anlattığım senin hikayen” demiş şair…

Ben de diyorum ki: “Neden şaşırıyorsun, anlattığım senin iddian, davan: Cenâb-ı Hakk; Gerçek, Hakk, Adalet…”

Buna inananın doğrudan doğruya gerçekçi olması; tarihe, hayata ve tabiata yaslanması gerekmez mi?

Buna inananın dininin direğinin doğruluk, dürüstlük, hak, adalet olması gerektiği gayet normal değil mi?

Buna inananın “En büyük günah kul hakkı yemektir” demesi son derece doğal değil mi?

Merkez öyle olunca periferinin de böyle olması gayet tabiî değil mi?

Kaptan öyle olunca mürettebatın da böyle olması gerekmez mi?

Bir dinin tanrısı öyle olunca, inananlarının da böyle olması gerekmiyor mu?

***

Bakın Kur’an nerelerde Allah’a “el-Hakk” diyor. Aynı ayetler içinde el-Hakk nasıl tefsir ediliyor. Meal okumayı bıktırıcı hale getirenlere inat lütfen dikkatlice okuyun, bundan sıkılmayacaksınız…

* “Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik. Onda her tür uyarıyı apaçık yaptık ki belki onu okuyan Allah’ın öfkesini çekmekten sakınır veya titreyip kendine döner. Demek ki egemen olan Allah GERÇEĞİN TA KENDİSİDİR; yüceler yücesidir! Dolayısıyla vahyi bütünüyle okumadan Kur’an’dan sonuç çıkarmada acele etme ve ‘Rabbim bilgimi artır’ de.” (Taha; 20/113-114)

Yani: Kur’an’ı teberrüken okuyarak, içinde ne dediğini anlamadan, gerçeklik (tarih, insan, hayat ve tabiat) hakkında bilgi sahibi olmadan, kulaktan dolma, ayaküstü bilgi kırıntıları ile ayetleri yorumlamaya kalkma. “Rabbim bilgimi artır” de. “Gerçeği bana öğret, gerçeklikten beni koparma” de. Çünkü senin Rabbin ve apaçık ayetleri gerçeğin ta kendisi (el-Hakk) tır. O’na yaslanan yıkılmaz…

* “Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz; bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra atılıp saçılandan, sonra ilişip yapışandan, sonra da belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki olacak olanı ortaya çıkaralım. Böylece dilediğimizi belirli bir süreye kadar rahîmlerde tutar sonra bir bebek olarak çıkarırız. Artık kiminiz ergenlik çağına erişir, kiminize ölüm erken gelir, kiminiz de ne dediğini bilmez bunak bir ihtiyar oluncaya kadar yaşar… Yine yeryüzünü de kupkuru görürsün ama üzerine su yağdırdığımız zaman harekete geçer; kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir. İşte bütün bunlar gösteriyor ki Allah GERÇEĞİN TA KENDİSİDİR. O, ölüleri kesinlikle diriltecektir! O’nun her şeye gücü yeter; bundan hiç şüpheniz olmasın. Kıyamet kesinlikle kopacak! Onda hiç şüphe yok. Allah mezarlarda yatan herkesi kaldıracak; bundan asla şüpheniz olmasın.” (Hacc:22/5- 7).

Yani: Ey insanlar! Eğer Allah’ın gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamak istiyorsanız, bizzat yaşanan gerçekliğe bakın. Kendi doğumunuza, hayatınıza, ölümünüze bakın. Doğada yaşanan gerçekliğe bakın. Yağmurlar nasıl yağıyor, kuru toprak nasıl yeşeriyor, bitkiler nasıl bitiyor bakın… Bunlar nasıl gerçekse, yazdan sonra sonbahar, sonbahardan sonra kış nasıl geliyorsa, dünya hayatından sonra da ahiret hayatı öyle gelecektir. Bebek nasıl yaşlanıyor, doğururken ölen annenin bebeği nasıl yaşıyorsa, sizden sonra nasıl yeni insanlar yeryüzüne geliyorsa, yeryüzünden sonra da ahiret hayatı öyle gelecektir. Yalnızca ve sadece GERÇEK’tir hep yaşayan…

* “Onlara ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan hiç şüphen olmasın ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘Bütün övgüler Allah’a aittir.’ Fakat çoğu bunun ne demek olduğunu bilmez. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah’ın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Yegane övülmeye layık olan O’dur; bundan hiç şüpheniz olmasın. Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, deniz de mürekkep, sonra buna yedi deniz daha eklense Allah’ın sözleri tükenmez. Allah çok güçlüdür, bilgedir; bundan hiç şüpheniz olmasın. Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de ancak bir tek kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Allah her şeyi işitir, her şeyi bilir; bundan hiç şüpheniz olmasın. Allah’ın geceyi gündüze, gündüzü de geceye çevirdiğini görmüyor musun? Güneş ile ayı da emrine amade kılmış. Her biri belirli süreye doğru akıp gidiyor. Allah yaptıklarınızdan haberdardır; bundan hiç şüpheniz olmasın. Bu şundan: Allah GERÇEĞİN TA KENDİSİDİR. O’ndan başka çağırdıklarınız hepsi sahtedir. Ulu ve büyük olan yalnızca Allah’tır; hiç kuşku yok! Allah’ın lütfuyla gemilerin denizde nasıl akıp gittiklerini görmüyor musun? Böylece Allah size varlığına dair işaretleri gösteriyor. Bunda güçlüklere göğüs germesini bilen ve şükrünü eda etmek isteyenler için büyük dersler vardır; hiç kuşku yok! Bakın, denizde kimilerini dağ gibi dalgalar sardığında, hemen dine sarılıp Allah’a yalvarıp yakarırlar. Tehlike geçip de sağ salim kıyıya ulaştırdığında ise içlerinden kimileri hala kararsızdır. Zaten hiç kimse haince bir nankörlüğe kapılmadıkça ayetlerimizi bile bile inkâr etmez” (Lokman: 31/25-32).

Ayetleri böyle yoğun bir şekilde vermeme bakarak üzerinize bıkkınlık çökmesin. Dikkatle okuyun. İnsanı, hayatı ve doğayı nasıl tasvir ediyor, neye gerçeklik diyor görün. Yerleri ve gökleri yaratanın “Allah” olduğunu söylediği halde hepsi apaçık ayetler (gerçekler) olan insan, hayat ve doğadan kopmuş olanları anlatılıyor bu ayetler…

Onlar bir Allah’a inanırlar ama gerçeklikten kopmuşturlar. Gözlerinin önündeki gerçekliğe karşı sağır, dilsiz ve kör olmuşlardır. Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem olsa, deniz de mürekkep, sonra buna yedi deniz daha eklense anlatmakla, öğrenmekle, bilmekle tükenmeyecek olan yaşayan gerçeklikten habersizdirler. Allah’ı, gecenin gündüze, gündüzün de geceye çevrilmesinde, güneş ile ayı emre amade kılmasında ve her birinin belirli süreye doğru akıp gitmesinde, gemilerin denizde nasıl akıp gittiklerinde yani açık tabiatta, yaşayan doğada ayetlerini göstermesinde aramazlar da cinde, peride, sırda, büyüde, tılsımda, kırklarda, yedilerde vs. ararlar. O inandıklarına da Allah derler. “Cenâb-ı Hakk” yani gözlerinin önünde ayetleriyle kendini gösteren gerçeğin ta kendisinden habersizdirler.

* “Hiç bir şeyden habersiz, kendi halinde namusuyla yaşayan mümin kadınlara zina iftirası atanlar dünyada ve ahirette lanetlenmişlerdir. Onları büyük bir azap bekliyor. Dilleri, elleri ve ayaklarının yaptıklarını dile gelip anlatacağı gün…O gün Allah onlara hak ettikleri cezayı verecektir. Böylece onlar, Allah’ın her şeyi açığa çıkaran GERÇEĞİN TA KENDİSİ olduğunu bileceklerdir. (NUR: 24/23-25).

Yani: Namuslu kadınlara iftira atarak, insanları başka türlü göstererek, gerçeği saptırarak, apaçık gerçeği sahte (batıl) iddialarla görünmez hale getirmeye çalışarak gerçeklikten kopanlar boşuna uğraşırlar. Bir gün diller, eller, ayaklar dile gelip konuşacak ve gerçeği olanca yalınlığı ile ortaya dökecektir. Kimse gerçek neyse ondan kaçamayacak. Bütün ömrünü sahtekarlık (batıl) üzerine kurduğu halde gerçekmiş gibi kendini gösterenlerin foyası ortaya çıkacak, hak (gerçek) gelince batıl (sahte) yok olup gidecek, maskeler düşecek ve gerçek yüzlerine yüzlerine vurulacaktır. Bundan kaçış imkansızdır. Çünkü O’nun adı “Cenâb-ı Hakk’tır.

Neye inandığınızı iyi düşünün…

* “İman edenlerin Allah’ı ve O’nun katından inen GERÇEĞİN TA KENDİSİNİ hatırlamaları için titreyip kendilerine gelme zamanı gelmedi mi? Yoksa önceki çağlarda kendilerine kitap verilip de sonra üzerlerinden uzun zaman geçince günaha dalarak kalpleri katılaşanlar gibi mi olacaklar? (HADİD: 57/16)

Yani; iman iddiasında bulunanların “Cenâb-ı Hakk’ı” (gerçeği, hakkı ve adaleti) ve O’nun katından gelen gerçeğin, hakkın ve adaletin evrensel sesi Kur’an’ı hatırlamaları, ona dönmeleri ve onunla titreyip kendilerine gelme zamanı gelmedi mi? Yoksa önceki çağlarda kendilerine kitap verilenler gibi, aradan uzun zaman geçince gerçeklikten (tarih, insan, hayat ve tabiattan) koparak dinlerini tapınak dinine çevirenler, kitaplarını terk edenler, duvarlara asanlar, ölüler kitabı haline getirenler, cenaze ritüeli haline sokanlar, haktan ve adaletten sapanlar, günaha dalanlar, inançlarını hurafe çöplüğüne döndürenler, sanki Allah yokmuş gibi yaşayanlar, sanki Kur’an bize seslenmiyormuş gibi arkasına bakınıp duranlar, sanki Kur’an bize değil de duvarlara okunuyormuş gibi kalpleri kaskatı kesinler gibi mi olacaklar?

***

Kur’an ondört asır önce soruyor bu soruyu, dikkat ediniz.

“Ya bunlar da öncekiler gibi olursa?” diye soruyor. “Bu Kitap yine mi terkedilecek, yine mi boşlukta kalacak, yine mi “ölü metin” haline gelecek” diye endişelerek soruyor.

“Yoksa siz de mi, yine mi?”

Şu soruya bakar mısınız!

Ne yazık ki öyle…

Yine öncekiler gibi oldu, yine terk edildi, yine boşlukta kaldı, yine ölü metin haline geldi.

Yine gerçeklikten koptu.

***

Gelin “Cenâb-Hakk’a” (Gerçeğe, Hakka, Adalete) yeni baştan iman edelim. İmanımızın mihverine bunu koyalım ve buna göre tepeden tırnağa Allah, kitap, peygamber ve din anlayışımızı yenileyelim. İnsana, tarihe, hayata ve tabiata dönelim.

Gelin dönelim gerçeğe, adalete, hakka

Mecburdur bütün geceler çıkar sabaha

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol…

Sübyanla evlilik, çokeşlilik ve kadın dövme

Gerçi bu konularda daha önce defalarca yazdım; “Çokeşlilik”, “Kur’an kadınları dövün diyor mu?”, “İslam’da cariye var mı?”, “Kadın erkeğin kaburga kemiğinden mi yaratıldı?” başlıklı makalelerimize bakılabilir. Burada onları güncelleştirerek kısa bir özet sunacağım.

Görüyorsunuz, dönüyor dolaşıyor aynı şeyler yine gündeme geliyor.

Her şeyden önce şunu söyleyeyim: Ben bu tür vak’alara “mahalle duvarları” arkasından bakmıyorum. Çünkü zihnimdeki mahalle duvarlarını çoktan yıktım. Dolayısıyla olaya “İşte gördünüz, bunlar böyle; vurun abalıya!” veya “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezseniz!” mantığı ile yaklaşmamaktayım.

İşin beni ilgilendiren tarafı Türkiye toplumunun din ile yani İslam ile ilişkisinde bir sakatlığın olması… Allah, kitap, peygamber anlayışının cehalet ve hurafelerle ile dolu olması… Sadece sevgi yetmiyor, akıl, idrak ve derin anlayış ta lazım.

***

Bakıyorsunuz, adam kendisinden 50 yaş küçük bir kızla evleniyor, gerekçe hazır;“Peygamberimiz de Hz. Aişe ile 9 yaşında evlenmişti!”

Bakıyorsunuz, adam iki, üç, dört kadınla evleniyor, gerekçe sağlam: “Allah’ın emri/izni var, kime ne?”

Bakıyorsunuz, adam karısını dövüyor, gerekçe kaya gibi: “Kur’an kadınları dövün diyor!”

Bu işin şu mahallesi bu mahallesi kalmadı. Toplum olarak her kesimde bunun benzerlerine rastlayabilirsiniz. Bugün bu mahallede yarın öbüründe pıtrak gibi bitiyor. Sorun, gerekçe olarak gösterilen eski dini kaynaklarla cesurca yüzleşmede, içeriden bir dini aydınlamada fakat ona da kimse yanaşmıyor.

Eh, bu durumda hariçten gazel okuyan birisine şöyle demek kalıyor: “Kardeşim, sizin dininizde bir sorun var galiba…”

Öyle ya iş sonunda gidip Allah, Kitap, Peygambere dayanıyor. Sokaktaki dindar ne yapsın, dinim bu diye biliyor.

Gerçekten öyle mi?

Acaba 9 yaşında kızla evlenmek, çokeşlilik, kadın dövme vs. olaylarının kaynağı, örfü, geleneği filan bıraktık direk Allah, Kitap, Peygamber mi?

Hayır! Kesinlikle hayır!

Müslümanlar Kitaplarını uzun bir süredir terk ettiklerinden yani duvarlara astıklarından, cenaze ritüeli haline getirdiklerinden, tapınak ayinine çevirdiklerinden, ölülerin arkasına okuyup durduklarından, ezber ve hafızlık yarışına girdiklerinden, en güzel hatlarla yazmakla meşgül olduklarından ve abdestsiz dokunamadıklarından dolayı içinde neler yazdığı ile ilgilenmiyorlar…

Eh, hal böyle olunca, ağlamak vaktidir bu an; çekin ceremesini!

***

Yukarıdaki üç konuda başı sıkışanın Allah, Kitap, Peygamber mazaretleri ileri sürüp onları gerekçe göstermeleri de işin cabası…

Oysa ne Peygamberimiz Hz. Aişe ile 9 yaşında evlenmiştir. Ne Allah çokeşliliği emretmiş veya ruhsat vermiştir. Ne de Kur’an kadınları dövün demektedir!

Bu konuda kanaatimce “İslam hukukunda birden fazla kadınla evliliğe şartlı izin vardır” diyen Diyanet bile yanlış yoldadır.

Bu nedenle yazıyı üç konuyla sınırlı tutuyor ve bunların dine dayandırılamayacağını söylüyorum: küçük yaştaki kızla evlilik, çokeşlilik ve kadın dövme…

1- SÜBYAN İLE EVLİLİK: Peygamberimiz Hz. Aişe ile 18-19 yaşında evlenmiştir. Daha sübyan (akil baliğ olmamış çocuk) bir kız ile evlenme diye bir şey asla söz konusu değil. Çünkü Araplar kızları diri diri toprağa gömen bir toplum olduklarından, yeni doğan kızların yaşlarını tutmazlardı. Kız ancak akil baliğ yaşına ulaşınca yani ay hali görmeye başlayınca adamdan sayılır ve yaşı hesaplanmaya başlanırdı. Bu durumda Hz. Aişe evlendiğinde 9 yaşındaydı demek , “Akil baliğ olalı 9 yıl olmuştu, 9 yıldır ay hali görüyordu” demektir. O devirde ortalama bir kız 12-13 yaşında ay hali görmeye başladığına göre Hz. Aişe 18-19 yaşlarında olmuş olur. Nitekim başka hesaplar da tamı tamına bunu uyuyor. Hz. Aişe Peygamberimizle 9 yıl evli kalmıştı ve Peygamberimiz öldüğünde 28 yaşındaydı. Buradan da 18-19 yaşında olduğu ortaya çıkar. Öte yandan zaten Hz. Aişe daha önce nişanlıydı, bu nişan bozulup Peygamberimizle evlenmişti.

Yani Hz. Aişe’nin evliliğinde bir peygambere yakışmayacak, içinde yaşadığı toplum vicdanınca infialle karşılanacak bir durum yoktu. İnsanlığın öteden beri tanıyıp bildiği (ma’ruf) adetlere göre bir evlilikti.

Dolayısıyla vatandaşın 14 yaşındaki kızının evlendirilmesine önce karşı çıkıp sonra “Peygamberimizin de Hz. Aişe ile 9 yaşında evlendiği söylenince ikna oldum” demesi, Peygamberimizin neyin gerekçesi haline getirildiğini görmek bakımından korkunç bir durumdur.

2- ÇOKEŞLİLİK: Konuyla ilgili ayet şöyle:

“Öksüzlere haksızlık yapmaktan korkuyorsanız hoşlandığınız kadınlardan dörder, üçer ikişer evlenin; eğer haksızlık yapmaktan korkuyorsanız tek, ya da sahibi olduğunuz esir kadınlardan birisi ile evlenin. Bu, ilâve yapıp durmamanız bakımından daha hayırlıdır.” (Nisa; 4/3)

Ayette rakamlar bulunduğu için matematik mantığı açsından dizilişin Türkçe’ye aktarırken bu şekilde olması gerekir. Nitekim az sonra geleceği gibi ayetin iniş sebebi de bunu gerektirmektedir.

Sahabe bu ayeti şöyle anlamıştır: “Cenab-ı Hakk çok eşli olmamızın haksızlıklara yol açmasından rahatsız, azaltmamızı, hatta teke kadar indirmemizi istiyor….”

Bunun böyle olduğunu anlamak için “nuzül ortamına” yani arka plana gidelim ve ortamı biraz tasvir edelim:

***

Kuran’ın hitap çevresi, daha çok ekvator kuşağı ikliminde görüldüğü gibi “poligaminin” (çokeşlilik) yaygın olduğu bir toplumdu. Kadınların durumu çok kötüydü. Alınıp satılıyorlar, bırakın mirastan pay almayı kendilerine mirasçı olunuyordu. Boşanmış bir kadının üzerine paltosunu (gömleğini, entarisini, şalvarını) atan erkek onu “kapatmış” sayıyordu. Bırakın şahitliği, evlenirken de boşanırken de onlara bir şey sormak zül addediliyordu. Onlarla evlenmenin ve boşanmanın sınırı yoktu.

Mekkedeki 7-8 büyük tefeci bezirgan (Kâbe çetesi) şehrin kaderine el koymuştu. Kâbe’nin arka sokaklarında lüks genelevleri işletiyorlardı. Gariban Mekkelilere faizle borç veriyorlar, ödeyemeyenin karısına kızına el koyuyorlardı. Onları açtıkları gayet lüks döşenmiş fuhuşhanelerde Yemen’den, Habeş’ten, Mısır’dan, İran’dan vs. gelen zengin tüccarlara sunuyorlardı. Kimi Mekkeliler de ileride bunların eline düşmesin diye çocuğu kız olunca diri diri toprağa gömüyordu. Bu şekilde Mekke’de insanlık dışı, vahşi bir düzen/iktidar (Yeda Ebu Lehep) vardı ve büyük bir dram yaşanıyordu.

Mekke’nin sokaklarında “Ebu Lehep’in iki eli kurusun” (Kahrolsun Ebu Lehep iktidarı, kahrolsun!) sesleri yankılanmaya başlayınca, “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı öldürüldü?” diye bir soru ortaya atılınca, bu dramı yaşayanlar, bu düzenin mağdurları bir anda bu sese doğru koştular. Bu sesi yükselten Hz. Muhammed’in (s. a.v) etrafını sardılar. Kılıçlarını çekip arkasında saf bağladılar. Etrafında toplananların daha çok gençler, kabilesizler, yolu kesilmişler (ibnu’s-sebil), tefeci bezirgânlara borçlandırılmışlar, köleler, kadınlar, kızlar vs. olması bu nedenle gayet anlaşılabilirdir.

Aynı düzenin bir benzeri Medine’de de vardı. Münafıkların başı İbni Selül’ün bir cariye pazarı vardı. Buradan kazandıkları paralarla müşriklere malî destek sağlamaktaydı. Medine’ye gelen yoksul muhacirler bir ara buna özenince şiddetle eleştirildiler. Öyle ki kadınları fuhşa zorlayanlar hem sert bir şekilde eleştirildi hem de fuhuş mağdurlarına sahip çıkıldı. Evet, yanlış duymadınız, Kuran istemediği halde zorla fuhşa zorlanan, Mekke ve Medine’nin bugünkü tabirle “fuhuş mafyasının” elinde kıvranan kadınlara bile sahip çıktı!

“Dünya hayatının geçici zenginliğini kazanacaksınız diye, sakın namusuyla yaşamak istediği halde elinize düşmüş esir kadınları fuhuş yapmaya zorlamayın. Her kim onları fuhuş yapmaya zorlarsa Allah, kendilerine zorla yaptırılan bu işten dolayı onları bağışlayacak, sevgi ve merhametine alacaktır; bundan hiç şüpheniz olmasın” (Nur; 24/33).

Rivayete göre bu ayet, eline düşen esir kadınları fuhuş sektöründe çalıştırarak para kazanan İbni Selül’ün “köle ve cariye” pazarını kapattırmak için nazil olmuştu. (Razi, İbni Kesir, Kurtubi).

***

Kadınların son derece kötü durumlarını düzeltmek için işe buralardan giren Kuran, evlenme, boşanma, miras vs. konularında da büyük reformlar yaptı. Doğrusu Kur’an ayetlerinin inişi sona erdiğinde, yani yirmi üç yılın sonunda bu işten tabiri caizse en kârlı çıkan kadınlardan başkası değildi. Çünkü Kuran’daki bütün kadınla ilgili ayetler onlara ya bir hak veriyor, ya da koruma ve kollama amaçlı hükümler ihtiva ediyordu.

İşte çokeşlilik ayetini de bu arka plan ışığında düşünmek lâzımdır.

***

Olayı iyi anlamak için ilk muhataplarının bu ayetten sonra ne yaptıklarına bakalım.

Bütün rivayetler bu ayetten sonra sahabe arasında evlenme olaylarının ikişer, üçer, dörder “arttığını” değil tam tersi “azaldığını” göstermektedir. (Kurtubi, İbn Kesir, Razi).

Bu ayetten sonra neden çokeşlilik olaylarında değil de, giderek dörder, üçer, ikişer, boşanmalarda artış olmuştur? Çünkü sahabe bunu çokeşliliğe teşvik olarak anlamamıştır. Bilakis az önce geçtiği gibi zaten çoğu çokeşliydi. Yani çokeşli olmaktan çekinen yoktu ki üstüne üstlük bunu teşvik için ayet gelsin. Zaten öyleydi çoğu…

Tam tersi “Cenab-ı Hak bu kadar çokeşli olmamızı istemiyor, az eşli olmamızı, hatta teke kadar indirmemizi; bizim için hayırlı olanın bu olduğunu söylüyor” diye anlamışlar ve dörder, üçer, ikişer, bire kadar… azaltmak suretiyle evliklerini sürdürmüşlerdir.

Bunu “dörde kadar” izin olarak anlayan da olmuştur. Kanaatimce burada ruhsat (izin) verilmiyor, bire kadar indirin deniyor. Emir veya ruhsat yok bire kadar indirme tavsiyesi var.

Demek ki ayetin sevk yönü, çokeşliliği teşvik değil; çokeşlilikten sakındırma, en azından dörde, üçe, ikiye hatta sonuçta “teke” indirme yönündedir. Yani genellikle tekeşli evliliklerin olduğu bir toplumda giderek ikiye, üçe, dörde kadar çoğalma değil; zaten çokeşliliğin yaygın olduğu bir toplumda giderek dörde, üçe, ikiye hatta bire kadar azaltma amaçlanmaktadır…

Ayetin sonundaki [zalike edna taulu] ifadesinin çoğu meallerde geçtiği gibi “Arzularınızın çoğalıp taşmaması (azmamanız) için bu daha uygundur” değil; “Eşlerinizi çoğaltıp artırarak haksızlıklara yol açmamanız için bu daha uygundur” şeklinde okumak bu nedenle bağlama uygun düşmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki ayetin sonunda geçen [taulu] ifadesi taşmak, azmak (u’luv) anlamında değil; ek, katkı, ilâve, artma, çoğalma (ı’lave) anlamımda kullanılmaktadır (Şafi). Yani yeni eş ekleme, ilâve yapma, bu konudaki çoğalma kastedilmektedir.

Razi’nin naklettiği İkrime’den gelen rivayete göre bu ayetin iniş sebebinin şuydu;

Çokeşliler (ki sahabenin çoğu), eşlerini geçindirmek için yanındaki yetimin malını harcayabileceğini düşünmeye başlamıştı. Çokeşli olunca bu kadar kadını geçindirebilmek sorun olmaya başlamıştı. Eşlerini geçindirebilmek için yanlarındaki yetimlerin mallarına el uzatmaya başladılar. Bir taraftan da acaba haksızlık mı yapıyoruz diye endişeleniyorlardı. Bunun üzerine “Eğer yetimin hakkını yemekten korkmak diye bir endişeniz varsa, eşlerinize harcamak için yetimin malına el uzatmayı bırakın, hoşlanarak evlendiğiniz kadınların sayısını azaltın, hatta bire indirin, evlilikleri böyle yapın” denmek istendi. Ayetin “Yetimlerin malına el uzatmayın” diye başlaması bundandır… (Razi; Nisa;3 tefsirinde).

***

Görüldüğü gibi Kuran’ın bu ayetini “çokeşliliğe ruhsat” hatta “teşvik” olarak anlayanlar yanılıyorlar. Burada ruhsat verildiği filan yoktur. Çünkü konu erkeklerin tekeşle yetinememe sorununu çözmeye yönelik değildir. Zaten böyle bir sorun da yoktur. Ayetin ilk muhatapları zaten bol bol evlenmişlerdi. Bu ayet indiğinde zaten sahabelerin çoğu çokeşliydi.

Yani ortada dullar ve yetimler kalmış da, bunları ne yapacağız diye sahabe kara kara düşünmüş de, ayet imdatlarına yetişerek onlara çokeşlilik yolunu açmış değildir. Bunlar zaten yapılmıştır. Ortada kalan dullar ve yetimlerle zaten evlenilmiştir. “Arap” bunu zaten yapmaktadır. Ayet bunlar yapıldıktan sonra geliyor ve bunların yarattığı sorunları çözmeye yöneliyor.

Demek ki üzerinde titrenen, erkeklerin “tekeşle nasıl yetinecekleri” sorunu değil; kadınların, öksüzlerin, yetimlerin, kimsesizlerin, ezilenlerin, mağdurların sorunlarının nasıl çözüleceğidir. Yani hak ve adalet sorunudur. Kur’an bunu gördüğü an âdeta otomatikman harekete geçen virüs programı gibi çalışıyor ve her şeyde ısrarla bunu arıyor. Kuran’ın bu ruhunu anlamayanlar, tabiî ki ellerini sıvazlayarak çokeşliliğe “ruhsat” yorumları yapacaklardır.

Şu halde çokeşlilik ne Allah’ın bir emri, ne de verdiği bir ruhsattır. Ruhsat sıkışana verilir. Buradaki sıkışma tekeşle yetinemiyor olmalarından kaynaklanan bir “erkek sıkışması” değildi. Bilakis mallarının çokeşli olanlarca yenmesinden kaynaklanan bir “yetim sıkışması” idi.

Allah erkeklerin “uçkuru” için ayet indirmedi, yetimlerin “hakkı” için ayet indirdi!

“Sen ne söylersen söyle, sizin Peygamberiniz 11 karılı değil mi kardeşim. Sokaktaki adam buna bakar. Bunun bire indirilmesi kıyamete kadar sağlanamaz, boşuna nefes tüketiyorsun!” diyenlere söyleyeceğim ise şudur: Peygamberimizin 11 eşli olması dinden değildir. Nitekim onun evliliklerine de sınır getirilmiş, onları boşamak, değiştirmek, yenileri ile evlenmek yasaklanmıştır (Ahzap; 52). Yani sınırlandırma, aza indirme, burada da var. Hatta onda daha fazlası var; boşayamıyor, değiştiremiyor, ölünceye kadar onlarla yetinmek zorunda…

Sınırlandırma ve teke varıncaya kadar azaltarak evlenme Kur’an ayetleri ile sabit olduğu için, bize örnek olacak olan Kur’an’ın o dönemdeki muhataplarının çokeşlilik yapmış olmaları değil; bugün çokeşli isek teke varıncaya kadar azaltmadır; dinden olan budur. Yani çokeşlilik ayetinin (Nisa:3) muhatabı bugün tekeşliler değil; hala varsa çokeşlilerdir…

3- KADIN DÖVME: Sokaktaki adamın karısını dövdükten sonra pişkin pişkin ileri sürdüğü gerekçelerden birisi de “Allah dövün demiş, sana ne?” mazaretidir.

Hayır! Allah dövün demiyor.

Hatim indirmeye, ölülerin araksından okumaya kısa bir ara ver de, Kur’an’ı iyi oku;

“Şiddetli geçimsizlik yaşadığınız eşlerinizle önce oturup konuşun, olmazsa yataklarında yalnız bırakın, yine olmazsa bir müddet ayrılın. Barışıp anlaşırsa hala işi yokuşa sürüp bahaneler aramayın. Yücelik ve büyüklük Allah’a mahsustur; bundan hiç şüpheniz olmasın… Eğer eşlerin arasının iyice açılıp işin boşanmaya doğru gittiğini görürseniz tarafların ailelerinden birer hakem çağırın. Niyetleri gerçekten barışmaksa Allah niyetlerini boşa çıkarmaz. Allah her şeyi biliyor, her şeyi duyuyor; bundan hiç şüpheniz olmasın…” (Nisa; 4/34-35).

Şu halde “Kadınları dövün” ayeti olarak meşhur olan bu ayet, “İkişer, üçer, dörder…” ayetinin evliliklerin giderek çoğaltılmasını değil; giderek azaltılmasını amaçlaması gibi, kadın dövme olaylarının terk edilmesini amaçlamaktadır…

Hz. Peygamberin “Bütün gece, Muhammed ailesinin etrafında her biri kocasından şikâyet eden yetmiş kadın dönüp dolaştı. Hâlbuki sizler, o kadınlarını dövenlerin hayırlılarınız olduğunu göremezsiniz.” (İbni Mace, Ebu Davud) hadisinden de anlaşılacağı gibi, o dönemde de kadınlar dövülmektedir. Artan şikâyetler üzerine inen ayetlerde, dayak başta olmak üzere şiddeti yegâne çözüm yolu görenler bu işten vazgeçirilmeye çalışılmaktadır.

Zaten kadınlarını dövmekte olan, bu yüzden de koşup peygambere gelen ve bütün gece onun evinin etrafında şikâyetlenen “mağdur” kadınlar için, bir de gelen ayetlerde “Onları dövün, dövmeye devam edin” denir mi? Olacak şey midir? Bu, Kuran’ın daima mağduru koruyup kollayan ruhu ile bağdaşıyor mu?

Burada oturup konuşmadan, bir müddet yatağını veya odasını ayırma gibi gayet insanî yöntemlere başvurmadan, tek bildiği “Karnından sıpayı başından sopayı eksik etmeyeceksin” olduğu anlaşılan o günkü Arap toplumunu ıslahın amaçlandığı apaçık ortadadır.

Bu ayetten sonra ne gibi gelişmelerin olduğuna baktığımızda, bizzat Hz. Peygamber’in ömrü boyunca evli olduğu hanımlara tek bir kez bile el kaldırdığını göremiyoruz. Bir ara hanımlarıyla sorun yaşayınca önce onlarla konuşmuş, sonra yatağını ayırmış ve bir müddet (iki ay kadar) onlardan ayrılmıştır. Sonra anlaşma sağlanınca tekrar dönmüştür. Ayete verdiğimiz meal onun bu uygulamasına da dayanmaktadır.

Şu halde tıpkı evlenme, içki, zina ayetlerinin aşama aşama ve belirlenmiş bir hedefe doğru gitmesi gibi, şiddetli geçimsizlik yaşayan ailelerin nasıl tekrar anlaşacağını düzenleyen bu ayet de, “kadınlarını döven” her hangi bir topluma beş aşamalı çözüm planı ile harika bir yol gösteriliyor ve denmek isteniyor ki:

1-Önce konuşun, anlaşın… 2- Olmazsa ev içinde yatakları/odaları ayırın… 3- O da olmazsa bir müddet evden ayrı kalın (ön ayrılık)… 4- O da olmazsa aile büyüklerinden hakemler çağırın… 5- O da olmazsa yani bütün iç yollar tükenmişse o zaman boşanın (talak)…

Alın bu yol göstermeyi dünyanın bütün ülkelerine göğsünüzü gere gere götürün.

İnsanlığın kitabı budur, ey dindar kardeşim!

Kanaatimce Kur’an yirmi üç yılda nazil olmasına rağmen, en fazla yüz yıla yayılan bir dönüşüm öngörüyordu. Bütün bu reformların yüz yıl içinde bitirilmesi ve insanlıkta devasa bir sıçrama yapılması gerekiyordu.Müslümanlar öncülüğünde ve Kur’an’ın devrimci hamleleleri ışığında büyük bir insanlık sıçraması planlanmıştı. Fakat Peygamberimizin ölümünden hemen sonra iç savaşlar başladı, İslam alemi bu savaş ve çekişmelerle ve de Bizans ile Sasani gelenek ve göreneklerine kendilerine kaptırarak bu hamleyi içeriden akamete uğrattılar. Rüzgar kısa sürede kesildi. Kur’an’ın insanlık rüyası gerçekleşemedi, yarım kaldı. Bu rüyanın peşine düşecek yeniden inşacılara bu nedenle şiddetle ihtiyaç var…

 

… Bu konu ilginizi çektiyse…

Derin MAЯҖ

Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden? 

 Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok.  Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

 

Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

Trackback URL

  1. 6 Yorum

  2. Yazan:falay Tarih: Eki 12, 2008 | Reply

    1. Peygamber niçin tek eş ile örnek olmamış?
    2. Nüzül anlayışı zaten kitabın tarihsel/beşeri olduğuna işaret ediyor. Ayetler hep bir neden ile iniyor. Önce tarihsel bir olay gerçekleşiyor, sonra ilahi emir geliyor. Yani ilahi emir gelmese de durumu beşeri bir yasa ile çözümleyebilirsiniz.
    3. Peygamberin hemen ölümünden sonraki iktidar kavgaları,savaşlar ve mezhepleşme dinin kardeşlik açısından pek te etkili olmadığını gösteriyor.

    Kala kala geriye ne kalıyor? İnsanoğlunun insan olması dolayısı ile yarattığı, korku ve umut vadeden tarihteki yüzlerce farklı kutsal metnin benzeri. Binlerce yıl atalarımıza yol gösteren Hitit, Mısır, Sümer mitleri yaşanırken İslam nerdeydi? Ben müslüman bir aileye doğdum diye niçin ‘Hz.İsa Allah’ın oğludur’ yerine ‘Allah oğul edinmekten münezzehtir’ anlayışı ile yoğrulmalıyım? Ya atalarım hatalı bir seçim yaptıysa? Ya bebekler karıştıysa?… Allah isteseydi, Kuran’ın insanlık rüyası gerçekleşirdi…

  3. Yazan:fizikci Tarih: Eki 13, 2008 | Reply

    falay bey/hanım,

    1. Peygamber niçin tek eş ile örnek olmamış?

    demişsiniz. Tek eş doğru, çok eş yanlıştır mı demek istiyorsunuz? Tek eşinin kendisinden razı olmadığı bir koca mı daha iyidir sizce, yoksa bütün eşlerinin kendisinden razı olduğu bir koca mı? Bu konular tarihle, kültürle ilgilidir. Efendimizin yaşadığı devirde bir insanın çok eşinin olması normaldi. Bugün ise tek eşlilik normal. Aslında önemli olan tek-eş, çok-eş değil, eşlerin birbirinden razı (hoşnut) olması meselesidir. Efendimiz bir koca olarak insanlara çok güzel bir örnektir. Tüm eşleri kendisinden razıydı, Türkiye’nin 4 katı büyüklüğünde bir devletin yöneticisiyken bile eşlerine gereken ilgiyi göstermiş, hatta söküğünü kendisi dikmiş, çamaşır/bulaşık yıkama işlerinde eşlerine yardım etmişti.

    2. Nüzül anlayışı zaten kitabın tarihsel/beşeri olduğuna işaret ediyor. Ayetler hep bir neden ile iniyor. Önce tarihsel bir olay gerçekleşiyor, sonra ilahi emir geliyor. Yani ilahi emir gelmese de durumu beşeri bir yasa ile çözümleyebilirsiniz.

    Ayetler toptan inseydi kitabın ilahi olduğuna inanır mıydınız? Allah’ın hiç bir işi hikmetsiz değildir. Ayetler de 23 senede her biri bir hikmete binaen inmiştir. Yalnız bu hikmet sadece ayetin inmesine neden olan olayla ilgili değildir. Kur’an kendine has üslubuyla bütün zamanlara hitap ederek konuşur.

    3. Peygamberin hemen ölümünden sonraki iktidar kavgaları,savaşlar ve mezhepleşme dinin kardeşlik açısından pek te etkili olmadığını gösteriyor.

    Dinin insanları zorla kardeş yapma gibi bir iddiası yok zaten. Bu dünyada imtihan için bulunuyoruz. Hepimiz yapıp ettiklerimizden sorumluyuz. Olumsuz örneklere bakarak genelgeçer hükümler vermeyin. Bugün oluk oluk kan akıtılan Ortadoğu’da İslam’ın hüküm sürdüğü zamanlarda kardeşlik vardı.

    Kala kala geriye ne kalıyor? İnsanoğlunun insan olması dolayısı ile yarattığı, korku ve umut vadeden tarihteki yüzlerce farklı kutsal metnin benzeri.

    Bu eski bir teori. Güya (haşa) “insan bilmediklerinden duyduğu korkudan dolayı Tanrı’yı yarattı” Yeni teori ise şöyle: “Bence vardığımız tasarım sonucu bilimseldir, tamamen gözlemlenebilir somut sistemlere dayanmaktadır. Evren ve canlılık amaçlanmıştır, yani bilinçli bir düzenlemenin ürünüdür. Ve belirtmek isterim ki bu düşünce bilimin ilerlemesinden doğmuştur. Bilmediklerimizden değil, son 50 yıl içinde öğrendiklerimizden doğmuştur.” (Michael Behe – Amerikalı biyokimya profösörü)

    Binlerce yıl atalarımıza yol gösteren Hitit, Mısır, Sümer mitleri yaşanırken İslam nerdeydi?

    Allah her devirde peygamberler göndermiş, insanları İslam’a davet etmiştir. Mısır’a Hz. Musa gönderilmişti. Hitit ve Sümerler’e de elbet peygamberler gönderildi. Salih (as), Nuh (as), Ad, Semud kavimleri, Babil.. En son 20 asır önce Hz. İsa’yı, ondan 6 asır sonra da Efendimiz’i gönderdi. O zamandan beri (14 asırdır) yeni bir peygamber yok. Çünkü o kendisinin de söylediği gibi Allah’ın gönderdiği son peygamberdi.

    Ben müslüman bir aileye doğdum diye niçin ‘Hz.İsa Allah’ın oğludur’ yerine ‘Allah oğul edinmekten münezzehtir’ anlayışı ile yoğrulmalıyım? Ya atalarım hatalı bir seçim yaptıysa? Ya bebekler karıştıysa?…

    İşte burada haklısınız. Zaten Allah sizden atalarınızın dinine iman etmenizi istemiyor. Aklınızı kullanıp kendinize “bu dünyaya nereden, niçin geldim, yaşamamın amacı nedir?” gibi soruları sormanızı ve araştırmanızı istiyor. Bu akıl sizi Allah’a ulaştıracaktır. Yeter ki samimiyetle bu uğurda çaba sarfedin.

    Allah isteseydi, Kuran’ın insanlık rüyası gerçekleşirdi…

    Kuran’ın insanlık rüyası asr-ı saadette bir kez gerçekleşti zaten. Cahil ve kaba bir toplum İslam’la tanıştıktan sonra -Efendimiz’in atmosferinde- bir anda insanlığın efendileri konumuna yükseldiler. Arkalarında yaşanmaz bir hayat bıraktılar. Efendimiz ahir zamanda gelecek olan bir nesilden daha bahsediyor. Hatta onlar için “kardeşlerim” diyor. Bu insanlar Kuran’ın insanlık rüyasını ikinci kez gerçekleştirecek. Biz bugün o Altın Nesil’in ortaya çıkacağı dönemin baharını yaşadığımızı düşünüyoruz.

  4. Yazan:falay Tarih: Eki 14, 2008 | Reply

    (Fizikçi) Siz anlaşılan makaleyi ve söylediklerimi de anlamak zahmetine girmeden kafanızdaki ezberi yazmışsınız.
    1. Makale Kuran’ın tek eşliliği savunduğunu yazıyor; onun için peygamberin örnek olması gerekirdi dedim.
    2. Kuran’ın tüm zamanlara hitab etmediği belli ki Hz. Ömer’in bile kol kesme cezasını uygulamadığı iftiharla anlatılır.
    3. Asr-ı Saadet: Ben zaten ‘peygamberin ölümünden hemen sonra’ ki kargaşaya işaret ettim. Yani sizin ‘kardeşlik vardı’ dediğiniz dönemde kardeşlik mardeşlik olmadığını söylüyorum. (Prof. Bekir Karlıağa’nın İslam Düşüncesine Giriş notlarında ayrıntıları var)
    4. Behe’nin görüşlerini kendi üniversitesi bile sahiplenmiyor. ‘Herkesin görüşüne saygımız var ancak iddiaları Behe’nin kendi görüşleridir’ şeklinde bildiri yayınladılar.
    5. Her devirde İslam peygamberi gönderildi ise, arkeolojik bulgularda niçin İslam’ın zerresine rastlanmıyor?
    6. Evet, ben ailemin İslam dinini sorgulayarak naturalist olmayı seçtim. Ama pek çok kimse bu zahmete girmiyor.
    7. Müslümanlar bir anda insanlığın efendisi olmadılar; her toplum gibi savaş ve fetihlerle büyüdüler.. Başka pek çok imparatorluğun geliştiği gibi. Ahir zamanda gelecek olan nesil beklentisi esas Yahudilik’te vardır. Zaten dış kaynaklar İslam’ı Yahudi mezhebi olarak görüyor. Vicdan mı İtaat mi makalesinde Sayın Elif Didem’e yazdığım yorumu okuyabilirseniz, orada dinler tarihi bilgisi mevcut.

  5. Yazan:Mustafa Tarih: Eki 14, 2008 | Reply

    Din bir salata degil. Istenilen gibi herseyi egilip bükülen birsey de degildir. Kelimeleri usulu ve sistematigi ögren din ilimlerinde ve o zaman o kadar yormassin kendini. Bu dini Cebrail sanami göndermisti ? ki “kesinlikle öyle degil böyle…” gibi hükümler veriyorsunuz ?

    “Gercek” deyip tekrarlayip duruyorsunuz….efendim…vacib ul vucud ve vucud ul mumkinati bilirmisiniz ? Arasindaki kelam ilmindeki farki bilmeden hicbirseyi “Hakk” kelimesinden birsey anlamak imkansiz. Imam Gazalinin Esma-i hüsna isimli kitabinda “El-Hakk” bölümünü okuyunuz tavsiye ederim. Üstelik Imam Fahreddin Razinin Muhassal isimli eserinde vacib-ul vucudun 10 zaruri özelliklerini. Islamiyet köklü bir dindir ve insanlar nice yillar medreselerde ilimler tahsil ederlerdi. Simdi ise bakiyorum anadan dogma seyhul islamlar heryerde. Zoruma giden herhangi birseyin bilinmemesi degil edebde eksiklik. Edebin genis manasi insanin kendi haddini sinirini bilmesidir.

  6. Yazan:falay Tarih: Eki 14, 2008 | Reply

    (mustafa)
    Yazdığım tüm bilgiler hoşunuza gitse de gitmese de dinler tarihi bilgileridir. Hiçbir edepsiz yorumda bulunmadım. Siz ‘biblical criticism’ denen olaya yabancısınız galiba. Her konuya İslam penceresinden bakıyorsunuz; oysa benim açım dinler üstü. Vacib ul vucud u da vacib ul mümkini de islam felsefesi ve kelamın kenarından geçen herkes gibi ben de biliyorum, merak etmeyin…ancak siz hiç din felsefesi ve dinler tarihi okumamışa benziyorsunuz…

  7. Yazan:Mustafa Tarih: Eki 15, 2008 | Reply

    (Falay)
    insana düsünce hürriyeti ve ifade hürriyeti gerek. Herkez ne ifade ederse ondan mesuldur. Dini metinler dini metodlarla izah edilir yaklasilir veya buna uymak istemeyen baska yol ile öyle böyle yorumda bulunur.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin