RSS Feed for This Post

Küreselleşme: Bir ideoloji mi, bir sonuç mu?

20080710_derin_dusunce_org_kuresellesme.jpgMillet kavramı bir olgu olarak son iki yüzyıldır dünyanın her yerinde siyasetin en belirleyici etkeni olmuş durumda. Bu belirleyici etkenlik; dünyanın ona göre şekilleniyor olması kadar başat. Devletler; eskiden olduğu gibi din ya da mezhep ya da bir dönem olduğu gibi ideoloji  üzerine değil milletler üzerine kuruluyor. Hatta ideoloji üzerine kurulan Sovyetler Birliği bile özünde Komünizmi

benimsemiş milletlerin topluluğuydu. Bireyler evrensel konularda millet kolektifi içerisinde değerlendiriliyor ve dünyaya bakış açıları büyük ölçüde ait oldukları ulustan ve onun devletinin siyasetinden etkileniyordu. İnsanların görüşlerini de etkileyebilen ve eğitim faaliyetlerini düzenleyen devlet; milletlerin çıkarlarını ve kendi egemenliğini korumak için ortaya ‘milliyetçilik’ ideolojisini atmıştı. Madem ki dünya milletler eksenli yeni bir yapılanmaya gitmişti: öyleyse uluslar kendi sınırları içerisinde kendini koruyacak, kendi adaletini kuracak, kendi halkının gücünü yükseltecek, varsa kaybettiği toprakları almaya çalışacak ve de en önemlisi kendi sermayesini kuracaktı. Bu denklemde ulusların diyaloğu, evrensel işbirliği edilebilecek çevre, eğitim, hukuk, fikir özgürlüğü vb. konulara yer yoktu. Devletler yeri geldiğinde kendi hakimiyetini daha da sağlamlaştırmak adına dışarı ülkelerden gelen bir tehditin hep var olduğunu, bu güçlerin çeşitli isimlerle kutsal devleti ve onun ideolojisini yıkmaya çalıştıklarını, ulusun hak hukukunu koruyan tek yapının devlet olduğunu ve bu yüzden de insanların devleti koruması gerektiğini ortaya sunarlar. Devleti yeniden şekillendirecek her reformist akım böylece en baştan düşman uzantısı ve hain planlara sahip olarak tanımlanıp gözden düşürülecekti. Mantık işe yaramıştı: Liberal ve sosyal demokrat görüştekiler ve değişim isteyenler dünyanın her yerinde vatan haini olmakla, başka ülkelerin (klasik paranoyada bu ülke ABD’dir) uzantısı olmakla suçlanmaktadır. ABD Başkanı Bush’un bile Soros’a Irak Savaşı ile ilgili açılımlarından dolayı ‘vatan haini’ demişliği vardır.  

Bu noktada devlet; bireyi kendisinin onun hakkını koruyabilecek tek olgu olduğuna ikna etmiştir. Devletin bireyleri buna ikna etmesi için elinde her olanağı vardır. Zira eğitim faaliyetleri ondadır, emniyet güçleri ondadır, hukuk onun elindedir. Devlet aygıtını kendi hâkimiyetinin meşruiyet ve güç kaynağı olarak kullanan milliyetçilik ideolojisi değişimlere her zaman kapalı yaklaşmış ve halkının dünya ile olan bağlantılarını koparmakta tam bağımsızlığı bulmuştur.  

Milliyetçiliklerde insan, yüce varlık olan devlet içindir. Sisteme göre insan modeli yaratılır. Hep bir ideal toplum özlemi vardır. Genellikle bu ideal toplum özleminin kökleri geçmişte yaşadığına inanılan bir topluluktadır. Milliyetçiliklerde Tarih bilimi geçmişte neler olup bittiğini öğrenmekten ziyade geçmişte olanlarla övünmek ve geçmişi kendine ve hâkimiyetine referans kaynağı olarak gösterme amaçlı yapılır. Bu şekilde gelişen Tarih biliminin öğretimi bireylerde maziye karşı müthiş bir bağlılık ve hayranlık doğurur. Kendi ulusunun üstünlüğünün tarihten geldiğine inanmaları insanların devlete bağlanmaları için ayrıca bir nedendir. Aynı zamanda resmi ideolojiler de kendi amaçlarının aslında tarihin o dönemine dönmek olduğunu söyler dururlar. Objektif düşüncenin ürünleri ise millete düşmanlık olarak algılanır. Aslında aşırı bir ırkçı olan Nihal Atsız; Anadolu’daki eski uygarlıkların Türk olduğu ve medeniyetin Orta Asya’da var olduğuna ve sonra da kuruduğuna inanılan bir gölün etrafında yaşayan Türklerin bir ürünü olduğu şeklindeki olağanüstü görüşe katılmadığı için tarih kürsüsünden kovulmuştu. Aslında mantıklı ve gerçek olanı söylemesine rağmen insanların kafasında büyüteçli bir tarih algısı olduğundan bu hakaret gibi algılanmıştı. İlk insanın Güneş’i gördüğünde ‘A’ dediğini, bunun ilk kelime olduğunu ve bu ilk insanın da Türk olduğunu var sayan görüş bugün halen TDK tarafından resmen kabul edilmektedir. Hitler’in Alman ırkının köklerini var olduğuna inanılan Atlantis’in kalıntılarında aramaya başlaması gibi bu da milliyetçi eğitimin insanlarda yarattığı büyük beklentilere aranan cevapların da en az beklentiler kadar büyük olması isteğinin bir sonucuydu. Bireyin kafasında üstün olan milliyetinin, diğer milletlerden farklı ve olağanüstü bir tarihi olmalıydı. Bu hasta bakış açısı düşünülürse Mimar Sinan’ın mezarının neden açılıp, kafatasının neden ölçüldüğü ve tüm bunların arkasındaki anlayış daha iyi anlaşılabilir. 

Goethe’ye göre bir eserin ortalamanın üzerine çıkabilmesi ancak milliyetçilikten ve yerellikten sıyrılıp insana yönelmesi ile mümkün olabilirdi. Goethe’nin bu sözünü aslında ideolojilere, fikirlere, dinlere ve hatta bireylere de uygulayabiliriz. Bir ideolojinin ortalamanın üzerinde olabilmesi için yerel çözümlerden ve milliyetçilikten sıyrılıp insan kavramına, onun sorun ve mutluluk kaynaklarına yönelmesi gerekir. Bunu yapamayan ideolojiler yerel ve ortalamanın altında ideolojilerdir. Dünyanın her yerindeki yerel ideolojiler birbirlerinin düşmanı olmak ile birlikte birbirlerinin tıpatıp aynısıdır. Bir X milliyetçisinin yazdığı yazı içerisindeki X’e dair ibareler çıkarılıp yerine Y milletine dair ibareler konulursa ortaya Y milliyetçisi bir yazı çıkar. Temelde kendi çıkarlarını ve özünde de kendilerini her şeyin üzerinde gören bu anlayışın çatışması ve benzeşmesi aslında aynı hasta altyapının bir sonucu olduklarının göstergesidir. Sadece kendi ülkesini ve milletini bilen, pek az yabancıyla tanışmış, resmi anlayışın bütün propagandalarının oyuncağı olmuş bu anlayış çıkış noktası ve varış noktası açısından birbirinin aynısıdır. 

Peki, milliyetçiliğin en temel dayanağı olan ‘millet olgusu’ gerçek bir olgu mudur? 

Millet diye bir şey gerçekten var mıdır? 

Ya da, millet nedir? 

Sonuncusundan başlarsak, millet; kültür ve kader birliği etmiş, aralarında soy, kültür ve dil birliği olan insan topluluğu demektir. Bu tanım açısından düşünüldüğünde millet olgusunun gerçek bir kavram olduğu ortaya çıkıyor. Gerçekten de dünyada birbirlerinden farklı olarak kültür ve kader birliği etmiş, aralarında soy, kültür ve dil birliği olan farklı farklı insan toplulukları vardır.  

Peki bu toplulukları ne oluşturmuştur? 

Milliyetçi anlayış milli kültürün onların büyük atalarının derin felsefi çözümlemelerinin ve üstün yaratılışlarının bir sonucu olduğunu düşünse de gerçek bundan farklıdır. Gerçek; her zaman olduğu gibi sadedir: milletlerin kültürleri büyük ölçüde coğrafi etkenlerden, benimsenen üretim biçimlerinden, iklimden, yetiştirilen ürünlerden, ilişik halinde olunan ülkelerden ve hâkimiyeti altına girilen-çıkılan ülkelerin kültürlerinden etkilenerek oluşur. Eski dönemlerde bu koşulların bir bölgeden başka bölgeye ciddi farklılıklar taşıması ve insanın bilimsel birikiminin onu dünyaya hâkim kılmaması nedeniyle birbirinden çok farklı yapılarda milletler oluşmuştur. Milletler; bu farklılıkların sonucu olarak oluşmuş ve farklılıklar olgu haline, olgular da siyasetin belirleyici etkeni haline gelmeye başladığında çıkar çatışmaları doğmuştur. Çoğu zaman yerel düşünce; bu çatışmalardan doğan acılardan ve acılardan doğan nefretten beslenmektedir. Hatta bu onun bir karakteridir. En son 1300 yıl kadar önce savaştığımız Çinlilere hala soğuk bakan insanlar varlıklarını 21. yüzyılda da kararlılıkla sürdürmektedirler. 

Peki, bu koşullar bugün hala varlığını sürdürmekteler midir? İnsan topluluklarını birbirinden farklı kılan bu faktörler bugün hala var mıdır?  

Milletleri farklı kılan kültürlerin yaşanılan coğrafya, benimsenen üretim tipi, iklim ve ilişik halinde olunan ülkelerle bir alakası olduğunu kabul etmiştik. Peki bu kabulden; üretim tipinin, coğrafyanın, iklimin dünyanın her yerinde birbirine benzeşmesinin evrensel ve yeni tek bir millet doğurabileceği sonucuna varabilir miyiz? 

Bugün dünyanın bir kaç istisna hariç her yerinde liberal-kapitalist sistemler yürürlülüktedir. Sanayileşmeler; beraberinde şehir ve işçi sınıfını doğurmakta; bireyler gelenek merkezli köy yaşantısından bilim ve akılcılık merkezli şehir yaşantısına hızla geçmektedir. Hızla gelişen teknoloji insanı iklime ve coğrafyaya hakim kılmakta ve coğrafyanın ona etkisini en aza indirmektedir. Dünyanın her yerindeki bu benzeşme sonuçta birbirine tıpatıp benzeyen insanlar yaratmaktadır. Aynı şekilde beslenen, aynı müziği dinleyen, aynı futbol takımını tutan, aynı teknolojiyi kullanan, aynı kitabı okuyan, aynı şekilde giyinen ve en önemlisi aynı şekilde düşünen insanların sayısı ve bu insanların oluşturduğu şehir kesiminin sayısı her geçen gün artmaktadır.  

Doğanın ve dünyanın koşulları bir dönem nasıl farklı milletler yaratmışsa; şimdi de farklı milletlerden tek bir millet ortaya çıkarmaktadır. Bu noktada Küreselleşmenin bir ideoloji ya da görüş değil tıpkı millet kavramının ortaya çıkması gibi sosyolojik bir sonuç olduğunu kabul etmek gerekiyor. İnsanların gardıroplarını açtıklarında aynı elbiseleri bulması sonuçta aynı şekilde giyinmesine yol açıyor. Piyasa ve iletişim araçları sınırları eritiyor, insana yönelik projeler ve kurumların sayısı artıyor, edebiyat ve felsefe insana yöneldikçe toplumların birbirine ne kadar benzediklerini daha da ortaya çıkıyor.  

Elhasıl; 

Ortaya tek bir insan ulusu aslında çıkmış durumda. “Küreselleşme sonucu” dünyanın her yerinde kendini gösteriyor. Bu noktadan sonra küreselleşmenin selefi bir sosyolojik sonuç olan millet olgusu üzerinde daha fazla durmanın ve onu bir siyaset meselesi haline getirmenin insanlığa bir faydası yok. Alman yazar Goethe’nin dediği gibi ortalamanın üzerine çıkmak ve insana yönelmek, insana yönelen bir devlet kurmak gerekiyor.  

Dünyanın sorunları evrensel bakış açıları getirilmeden çözümlenemez.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:suzannur Tarih: Tem 19, 2008 | Reply

    Albert Sorel, Fransız toprağı bin yılda Fransız halkını yarattı der ve milliyetçiliğe ırk üzerinden değil de yaşanılan toprak parçası üzerinden farklı bir anlam kazandırmıştır ki bunun bizdeki temsilcileri Yahya Kemal ve halefi A.H.Tanpınar olmuştur.
    Milliyetçiliğin söylemlerine baktığımızda (ilgilenen varsa Eco’nun Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi adlı romanı, İtalyan milliyetçiliği oradan Alman ve İspanyol milliyetçiliğini de değerlendiren kurgusuyla tavsiye edilir) İtalyanların da Türk milliyetçilerinin de Alman milliyetçilerinin de birbirinden farklı olmadıkları görülür. Bu noktada milliyetçiler farklı ülkedeki yoldaşlarıyla hem düşman hem de fikirdaştır. onun düşmanlığıyla varlık alanı yaratır ama onunla aynı argümanları aynı kelimeleri kullanır. Sadece ülke ya da ırk adları değişir bu cümlelerde. Ve çocuk kitaplarından, karikatürlere, ilköğretim kitaplarından gazetelere, medyaya ve televizyon ve sinemaya kadar her alanda bu başat dilin kullanıldığı görülür. Bir olmak için illa da tek millet mi olmak gerekir, gerekirse o milletin ırkı var mıdır, varsa onun alt birimlerini ne oluşturur da aynı vatandan yaşayan ve hatta belki de bu topraklarda sizden daha fazla oturmuş, soy ağacı sizden daha ilerilere gidenler hangi mantıkla öteki kabul edilir? Bunu anlamak çok güç.
    Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık adlı eserinde,kahramanlarına şunları söyletir:
    “Hiçbir yere gidecek değiliz.” dedi. “Burada çocuk sahibi olduk, o yüzden burada kalacağız.” Jose Arcadio Buendia,
    “Ama daha önce hiç ölen olmadı.” diye karşılık verdi. “İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.”
    Sahi vatan kavramı nedir, senin için vatan olan neden diğeri için aynı koşulları taşıdığı halde vatan olmaktan çıkarılmak zorunda kalınır?
    Bu arada çok güzel bir yazı yazmış Sayın yazarımız, ellerine, bilgisine, araştırmalarına sağlık.
    Saygıyla…

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ağu 24, 2008: Küreselleþme: Bir ideoloji mi, bir sonuç mu?

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin