RSS Feed for This Post

Müspet Milliyetçilik

20080630_derin_dusunce_org_muspet_milliyetcilik.jpg

Alperen Gürbüzer

Millet kavramının lügat manası gidilen yol demektir. Bu lügat manasından hareketle bu kavramın dini ve şeriat anlamı da söz konusudur. Zaten Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın birçok yerinde, millet kavramı din ve şeriat anlamındadır, dolayısıyla Müslümanlar  “Millet-i İbrahim’ kapsamına girer. Hâsılı Millet sözcüğü Kur’anda din anlamındadır, sonradan dini yönü göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Oysa Ulus bir inancı belirleyemez, sadece belli soydan

gelenleri kapsayan bir sözcük görevi ifa edebilir. Geçen hafta Türklük sorunlu kavram mı? Başlığı altında yazımızda da belirttiğimiz gibi şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan kullansalardı bu konuda problem çıkmazdı demiştik.

      Millet kavramı gerek iman, gerek şeriat, gerekse sosyolojik yönünden tarif ettiğimizde bu kavrama ayrı manalar verildiğini görürüz. Şöyle ki; tutulan, gidilen yol manasına gelen Millet’e imanı açıklama yapıldığında ‘din’i manada tarif edilmiş olunur. Şayet fıkhı yönünden ele alırsak “Şeriat”, toplum açısından incelenirse bugünkü manada kullanılan  ‘millet’ tarifiyle karşılaşırız. O halde orta yol bulmak adına millet kavramını toplumun objektif adı, manevi cihetiyle de sübjektif adıdır diye tarif edilebilir. Hatta maşeri vicdanın ve toplumun ortak noktalarda buluştuğu yola da millet diyebiliriz. Ancak müşterek noktalar kritik edildiğinde müspet de olabilir, menfi de.

      Millet kavramını sosyolojik manada sınıflandırmaya tabi tuttuğumuzda şu kategoriler ile karşı karşıya kalabiliriz: Kitle, grup, ümmet ve millet vs.

      Dini açıdan milliyet kavramını incelediğimiz de ise Bediüzzaman’ın ifadelerini esas alıp, yani Millet-i İslami’ye ve Millet-i Küfriye diye tasnif edebiliriz.

      Kutsal kitap gönderilmiş milletlere ehli millet(kitap ehli) denilir. Kitap ehlinin her biri ayrı ayrı zikredildiklerinde ise yine kendine özgü milletler topluluğu karşımıza çıkar, tıpkı İslamiyet, Nasraniyyet ve Yahudiyet tasnifinde olduğu gibi.

  Fakat Ehli Kitabın dejenerasyona uğramasından sonra, Kur’an;  Kitap ehlini yani ehli milleti, Millet-i İslamiye’ye çağırmakla kalmamış, onları Hanif olan Millet-i İbrahim şemsiyesinin altında cem olmaya davet etmektedir. Yani, dinimiz ümmet şuuru içinde birlikteliği ön görmektedir. Dilde, fikirde birliktelik olabileceği gibi, din gibi büyük bir daire etrafında bir olmak da pekâlâ mümkün. Zaten dilleri, renkleri ve yaşayış biçimleri farklı olan milletlerin Kâbe etrafında halka oluşturarak kardeşlik şuuru içerisinde tek yürek, tek kalp olması bu durumu teyit ediyor. Kuran-ı Kerim; “Dillerinizin ve renklerinizin ayrı olmasında hikmetler vardır” derken buraya işaret etmektedir. Demek ki; ümmet kavramı, imanı kökten(fıtri) gelmektedir. Şöyle ki; farklı meşrep ve kimlikte olan toplumların, grupların, fertlerin, hatta değişik ülkelerden gelen insanların Kâbe etrafında hep birlikte ‘Lebbeyk allahumme lebbeyk’ demesi bu durumu ispatlamaktadır. Hac, ibadeti aynı zamanda İslam âleminin ortak paydalarda buluşabileceğinin (Büyük birliğin) en kalıcı adresidir. Ferdi manada imam(lider) ne ise, büyük topluluklara nazaran da ümmet de odur. Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın Hucurat Süresin de; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra, da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık” buyurarak hem iç içe dairelerden oluştuğumuzu, hem tanışma esprisini, hem de sosyal dayanışma dediğimiz birçok alanda birlikte hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.

    Her Toplumun kendi iç bünyesinde alt daireleri vardır. Bu durum çoğu kez dernek, kuruluş ve cemaatler olarak ortaya çıkar ve bunlar genellikle bir önderin etrafında teşekkül ederler. Nasıl ki, askeri teşkilatlarda, bölük, tabur, alay ve tugay gibi küçük alt birimden büyük birime doğru yapılanmalar var ise, beşeri planda da buna benzer büyük entegrasyonlar söz konusudur. Alt birimlerin varlığı sanıldığının aksine ayrıcalık değil, bilakis kendi aralarında münasebetlerin daha koordineli ve aralarındaki işlerin kolay kılınması açısından büyük birlikteliğe yol açmaya matuf birimlerdir. Milletin bünyesinde yer alan alt birimlerin bir arada olmaları birbirini inkâr manasında algılayamayız. Öyle mana vermeye kalkışırsak, yeryüzünde başka ırktan veya alt kimliğe sahip tek bir insan kalmayacak tarzda birbirimizi boğazlamamız gerekiyor. Bakın Bediüzzaman bu meseleyi nasıl izah ediyor, diyor ki:

“- Şu ayet-i kerimenin (Hucurat Süresi) işaret ettiği tearuf ve teavün düsturunun beyanı için deriz ki:

    Nasıl ki, bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki, her neferin muhtelif münasebeti ve münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta, o ordunun efratları, düstur-u teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri adanın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölüm bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

     Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslami’ye büyük bir ordudur; kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat bin bir adedince ciheti vahdetleri var:

    Halik’ları bir, Rezzak’ları bir, vatanları bir-bir, bir bir, binler kadar bir, bir…

    İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabail ve tavaife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, teasuf içindir, teavün içindir; tenakur için değil tehasum için değildir” (Mektubat-Said Nursi S.250-251))

     Anlaşılan Bediüzzaman milliyet kavramını izah ederken; müspet milliyet ve menfi milliyet diye iki kategoride tanımlar. Batının içimize attığı truva atlarından biri de menfi milliyet tohumudur. Menfi milliyet kavramı bünyemizde yaptığı tahrifat sonucu Müslümanlar arasında birbirlerini düşman görme eğilimi doğmuştur. Kendi milletini üstün görüp, başkasını küçük görme diye de tarif edebileceğimiz menfi milliyet saplantısı büyük entegrasyona gidilen yolda en büyük handikabımızdır maalesef. Üstelik ırkçılık cereyanı bu üstünlük duygusundan beslenmektedir. Bu ırkçılık cereyanına Kur’an-ı Muciz’ül Beyan hamiyet-i cahilliye, unsuriyet ve kavmiyet olarak ifadelendirmektedir. İçice olan insanlık daireleri, birbirlerini imha etmek için değil tabiî ki, bilakis organize daireler halinde büyük daire oluşturmak için vücuda getirilmişlerdir. İç içe daireleri yıkmaya yönelik her hareket unsuriyet perverliği doğurarak ırkçılığı körüklemektedir. Ki; Allah Resulü (s.a.v.); “İslamiyet asabiyet-i cahiliyesi kesip atmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur” beyan buyurmaktadır. Veda hutbesinde de üstünlüğün ancak ve ancak takva ile olabileceğine işaret edilerek milletlerin ilayı kelimetullah (Allah adını yüceltmek) için hizmette ve takvada yarışa teşvik etmektedir yüce peygamberimiz. Kısır çekişmeler, takva dışı birtakım suni şeyler için üstünlük taslamayı, kati suretle İslamiyet reddeder. Hâsılı milletin bağrında taşıdığı dairelerin var oluş gayeleri birbirini yok etmek için değil, tam aksine temel esas takvada yarıştır. Ebedi kardeşlik kavgayla mümkün değil zaten.

      Emeviler, Emevi olmayanlara Mevali(azatlı köle) gözüyle baktıklarından dolayı ittihadı İslam’a sekte vurmuşlardır. Bu yanlış uygulamalara tepki gösteren Hz. Hasan (r.anh) İle Hz. Hüseyin (r.anh) Emevi kılıçlarına maruz kalarak şehit olmuşlardır. Emevi ırkçılığı her şeyin üstünde addedilerek İslami kardeşlik şuuru dışlanmıştır. İslami siyaset yerine menfi milliyet siyaseti izlenince, Arap asabiyetçiliği İslami devlet anlayışının yerine galebe çalmıştır. Diğer kavimleri Mevali görmek onları rencide etmiş ve İslam adaleti yerine milliyet-i adalet ikame olmuştur. İşte Hz. Hüseyin (r.anh.) bu durumu bozulma olarak görmüş, böylece mücadelesini rabıta-i diniye (dine bağlılık) üzerine tanzim ederek şahadet şerbetini içmiştir bu yüzden.

      Menfi milliyet fikri her devirde çıban rolü üstlenmiş ve milletlerin helakine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devleti Aliye adeta kavimler haritasında müteşekkildi. Fransız ihtilalinden sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Irkçılık damarları kaynayan milletler Osmanlı’ya başkaldırarak birlikteliği baltalamış, derken beraber ağlayıp, beraber gülen ve her alanda birlikte hareket etmek yerine terkedilmişlik duygusu baş tacı yapılmış ve ardından çöküş de kaçınılmaz vaziyet almıştır. Nitekim artık bu gidilen yolda pişman olup, geriye dönüşte söz konusu olamazdı. Çünkü sosyolojik bir gerçek vardı ortada: Bağımsız milletler veya Ulus devletler gerçeği diye. Öyle ki dünya yeni bir çağın eşiğine gelmişti. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecin meydana getirmişti.

    Madem vahdet(birlik bilnci) şuuru yok, o halde yapılacak olan müspet milliyet şuurunu milletlerin hafızasına yerleştirmek olmalıdır. Her ferdin milletini sevmesini hoşgörüyle makul karşılayıp, başka milletlere ateş püskürmeye ve kaba sözler sarf etmeye, düşman gözüyle bakmayı gerektirmeyeceğini cümle âleme ilan ederek dışımızdaki topluluklarla da işbirliği ve dayanışma içerisine girmek en akılcı yol olacaktır. Resulüllah (s.a.v.)’in, “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadis-i şerifini bu anlamda değerlendirmeliyiz. İslami bir şuurla insanın milliyetine mensubiyet duygusuyla sevmesi müspet milliyetçilik olup, şayet ırk şuuru ile milliyetine sevgi beslenilirse menfi milliyetçiliğin kapısı aralanmış olacaktır. İslam adına her şeyi sevmek güzel bir meziyet, bunda kuşkumuz yok. Yunus Emre bu anlamda ‘Yaratılanı sev, Yaradan da ötürü‘ diyerek buna işaret etmektedir. Her şeyin başı Allah Rızası duygusudur.  Rıza-ı Bari için hem insanı, hem ailemizi, hem akrabamızı, hem milletimizi, hem de bütün İslam Âlemi’ni seveceğiz. Rıza-ı Bari dışında sevme duyguları, insanı kuru cihangirlik davasına iteceği aşikâr. Niyetimizi ‘ilahi ente maksudu ve rıdaike matlubu (Ya Rab! Maksadım sen, amacım senin rızanı kazanmak)çerçevesine oturtarak ila’yı kelimetullah ülküsünü ülkü edinebiliriz pekâlâ.

     Müspet milliyet duygusunun çerçevesini Said-i Nursu Hz.leri şöyle çizer: “Şu müspet fikri milliyet, İslamiyet’e hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli; Çünkü İslamiyet’in verdiği kardeşlik içinde uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir. (Mektubat, S.299 Sözler Yay.1981 İst)

Bediüzzaman’ı Kürtçü ithamıyla küçük düşürmeye çalışan menfi milliyetçilerin feveranlarına rağmen, O farklı bir metotla Türk milletini överek hakkını teslim etmiştir:

   “İşte, ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri, bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kala yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz. (Mektubat, Sahife 299-300)

      Evet, müspet milliyetin ruhunu İslamiyet oluşturur. Farklı milliyetlere mensup milletlere; ‘inanıyorsanız kardeşsiniz” prensibinde birleştiren iksirin adıdır İslamiyet. Müslümanlar ayrı ayrı millet daireleri oluştursalar da İslamiyet çimentosuyla birbirlerine husumet duymamalı. Bir İslam Ülkesinde farklı milliyete sahip sayıca az Müslüman topluluklar çoğunlukta olan Müslüman milliyete eşittirler. Çünkü Müslüman Müslüman’a karşı azınlık addedilmez ve farklı muameleye tabi tutulamaz da. İslam’ın hâkim olduğu coğrafyada azınlık muamelesi sadece gayr-ı Müslimlere yapılır. Zimmîler bu ülkenin asıl vatandaşı olamaz, ama ırkı ne olursa olsun kelime-i şahadet getiren her Müslüman İslam ülkesinin aslı sahibidir. Bu yüzden Osmanlı asli unsurlara milleti hâkime demiştir. Soy sop faslı mevcut kimliklere üstünlük ve asliyet kazandırmıyor, asliyet ancak ve ancak Müslüman olmakla mümkün.

     Velhasıl; gerçek milliyet şuuru veya milliyetçilik, İslamiyet dairesi içinde mecz olmuş ve İslamiyet’e hadim milliyet anlayışı esastır.  Yani, İslami ölçülere ters düşmeyecek milliyet ve milliyetçilik şuuru kabulümüzdür.

             MİLLİ ŞUUR

      Biz; ‘‘müspet milliyetçiliği” şiâr ediniriz. Avrupa’nın içimize attığı ‘’menfi milliyetçilik” tohumları bizi bağlamaz. İslâm’a köle ve hadim (hizmet) olmaya namzet bir milliyetçilik her zaman kabulümüzdür.

      Fransız ihtilalini müteakip tüm dünyada gelişen milliyetçilik akımları, batı’dan ithal olduğu bir sır değil artık. Avrupa’da kilise sultası sükûnet bulunca, milliyetçilik sahneye çıkıverdi. Avrupa’da dalga dalga yükselen milliyetçilik akımı kendi coğrafyamıza da sıçrayarak şemsiyemiz altında yaşayan mevcut kavimleri tahrik etmiş ve böylece Batı fırsattan istifade, menfi milliyetçilik Truva atını içimize konuşlandırarak Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmayı başarmışlardır. Gerçekten de bu durum bağrımızda yaşayan kavimlerin milliyetçilik reflekslerinin canlanmasına neden olduğu gibi,  her birinin bağımsız devlet olma isteklerini de perçinlemiştir. Oysa Osmanlı’nın üç kıtada hükmetmesinin sırrı vahdet(Birlik) bilinci idi. Nitekim bütün ırklar vahdet şuuru içinde altıyüz sene bir arada yaşamayı başarmışlardı. Osmanlı çokluk içinde birliği sağlayan tek cihangir devletti çünkü. Maalesef, Batıdan toprağımıza sıçrayan menfi milliyetçilik rüzgârları bir anda ‘’birlik beraberlik” şuurunu silip süpürmüş, netice-i itibariyle geldiğimiz nokta ise; Sakarya!

      F.Grenard; ‘‘Osmanlı hiç bir zaman milliyetler zıddiyetini yaratmamıştır” diyerek, Osmanlı’nın uzun seneler bu şuurla ayakta kaldığının gerçeğini vurgulamıştır. Dolayısıyla Osmanlı; çeşitli kimliklere sahip azınlıkların birbiriyle bütünleşmiş ve aynı kilimin desenlerinin görüntüsü tarzında şekillenmiş topluluklardan meydana gelen cihanşümul bir devlet diye tarif edilebilir. Fakat bu birlik kilimi XIX. yüzyılda hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları sayesinde Osmanlı’nın hem vahdet şuurunun hem de ümmet anlayışıyla çatışması sonucunu doğurduğu gibi sosyal bir hareket olarak milliyetçilik akımının ortaya çıkmasını sağlamış, böylece ortaya çıkan bu cereyan yeni bir devletin kurulmasına zemin hazırlayarak ulus devletin doğmasına yol açmıştır. Aslında değişen devlet değildi, yeni bir anlayış kalıbına geçişti sadece. Nasıl ki Osmanlı, Selçuklunun bir devamı idiyse, Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı’nın bir devamı niteliğindedir. Dolayısıyla Cumhuriyeti Osmanlı’dan ayrı değerlendirmek abesle iştigaldir.

      Anlaşılan Milliyet fikri tarihin derinliklerinde bir nüve, ortaçağlarda bir filiz, zamanımızda da doruğa ulaşmış bir akım olarak yoluna devam edeceğe benziyor.  Zira Milli Şuur, önceleri Roma’nın yıkılışı ve parçalanması sonucu meydana gelmiş, sonra Ortaçağ’da canlanmaya başlamış, Rönesans’tan sonra da hız kazanmıştır.  Kelimenin tam anlamıyla, asri milletler, Ortaçağ’da Roma’nın parçalanmasıyla vücut bulmaya başlamışlardır. Yani bu parçalanmanın modern anlamda milletlerin doğmasıyla birlikte milliyet duygusunun doğmasına da vesile olmuştur diyebiliriz.

      Orijinal bir Mısır kavmine, ancak antikite(ilk çağ) çağında rastlayabiliyoruz, fakat tam gelişmiş halde değil tabiî ki. İran ise o çağlarda bir dağınık manzara arz eder. Hakeza Akdeniz Avrupa’sında da Yunan, Atina ve Isparta gibi siteleri görmek mümkündür. Bütün bu tohum veya site görünümü veren teşekküllerin ‘‘asri millet” kimliğine kavuşması yukarda da belirttiğimiz gibi Roma’nın parçalanıp dağılmasıyla gerçekleşebildi ancak. Görüldüğü gibi milli oluşumların yapılanmaları birden ansızın doğmamış, tarihi bir süreç içinde yavaş yavaş ortaya çıktığı anlaşılıyor.

      Sebepler zinciri üst organizasyonların doğmasına yol açmıştır. Nasıl mı? Mesela Bizans’a ‘’Helenizm” şuuru veren en önemli etken, sürekli Türk, İran ve Araplarla karşılıklı yapılan savaşlar veya kendi aralarındaki mücadelelerdir. Bu savaşlar sayesinde İstanbul çevresinde milli şuuru halkası oluşabilmiştir. Demek ki; savaşlar bir noktada milli duyguların perçinleşmesine sebep olabiliyor da. Nitekim İspanya sürekli Araplarla yaptığı savaşlar sonucunda milli şuur kazanabilmiştir. Hakeza yine İngilizlere şuur kazandıran ruh hali, Elizabeth’den sonraki devrede İspanyollarla yapılan savaşlar olup, bu savaşlar neticesinde İngiltere Kraliyeti doğdu nihayet. Demek ki her alanda sebep-netice ilişkisi esas olduğu gibi, milliyet şuurunun gelişmesinde de sebep netice ilişkisi geçerli akçeymiş meğer.

     Ortaçağ sonlarına şöyle bir göz gezdirdiğimizde Batının en medeni ülkesi İtalya’dır. Fakat XIX. asır sonlarında Venedik, Milano, Cenova ve Floransa arasındaki beliren iç kavgalar ve çekişmeler bu medeni yapıya gölge düşürmüş, derken bu ülkeleri birlik şuurundan mahrum bırakmıştır. Dante, bu gidişata dur demek için; ‘‘Milli İtalya dili” tılsımını ateşlemiştir kitlelere. Onun bu çıkışı yeniden milli şuur etrafında adımların atılmasını sağladı. Bu yüzden Dante, Batı klasiklerinin remzi olmuştur.

     Almanlara da milli duyguyu veren olay; Romen-Cermen ihtilaflarıdır. Protestanlığın dirilmesinde önder olan Luther’in İncil’i Almancaya çevirmesi de işin tuzu biberi olmuştur. Daha sonraki devrelerde ise milli duygular Nazizm’in ırkçılığına dönüşecektir.

      Bizimle birlikte yaşayan Balkan devletlerine baktığımızda; Bulgar ve Sırplara milli şuur veren hadisenin Osmanlı’nın Balkan savaşlarında istilaya uğramasından kaynaklandığını görürüz. Vahdet şuurumuz, Balkan devletlerinin birer birer ayaklanması ile milliyetler tezadına dönüşmüştür maalesef.

      Fransız ihtilalinin neticesinde ‘‘Hâkimiyet milletindir” prensibi doğmuş, bu slogan XIX. Asrın birinci yarısından sonra meyvelerini vererek Roma, Yunan, Sırbistan gibi tek çatı altında yaşayan ülkelerin bağımsızlıklarını elde etmelerini sağlamıştır.

      Artık XIX. asrın sonlarına doğru iyiden iyiye, önceleri kıvılcım, sonra alev alan ‘’Milli Şuur” ruhu koca bir ateş meşalesi haline gelerek dünyanın gündemine girebilmiş, hatta milliyetçilik kavramı etrafında kürsüler kurulmasının yanı sıra, bu meşale bir fikir,  bir akım, bir kaide ve kurallar manzumesi haline gelmeye başlamıştır. Milli devlet temaları dünya gündemine iyiden iyiye yerleşmiş ama daha sonraları dünya ölçeğinde gelişen küreselleşme dalgası milliyetçiliğin hızını azalttığı da ayrı bir vaka. Bu arada şunu belirtmekte yarar var; her ne kadar dünyada birtakım değişik adlar altında bloklar kurulsa da, asıl itici gücün milli şuur olduğu da gözlerden kaçmıyor. Çünkü oluşturulan paktlara katılan her ülkenin temsilcileri, katıldığı platformlarda önceliğini kendi ülke çıkarlarını hesaba katarak tavır sergiliyorlar. Oluşturulan birlikteliklere şeklen küreselleşme denilse de aslında iyi incelendiğinde özünde ülke menfaatlerinin ön planda tutulduğu anlaşılıyor.

      Ümmet şuurunun en parlak birim olmaya yaklaştığı an ise ‘‘Haçlı Seferleri” dönemidir diyebiliriz. Fakat bu ümmet bilinci, belli bir dönem itibarıyla sınırlı kalmış, yani millet kavramı kadar uzun uzadıya kalıcı olamamıştır. I. ve II. Dünya savaşlarında görülen ittifak, ya da itilaf adı altında bloklaşmalarının temelinde devletçilik şuuru hâkimdir. Çünkü bloklaşma ile bir araya gelen ülkeler nihayetinde kendi âli menfaatleri denilen çıkar ilişkilerine göre savaşmışlardır. Kurulan ittifaklar belli bir amaca ulaştıktan sonra tekrar köylü köyüne, evli evine misali dağıldıkları gözlemlenmiştir. Nitekim Varşova paktı çöktü, diğerlerinin de uzun ömürlü olacaklarının garantisi yok,  NATO ve AET gibi bloklar zaman içinde eriyebiliyor da. Bolşevik ihtilalinden sonra “sınıf şuuru” unutulmuş, yerini Rus milli menfaatleri almıştır. Zaten sınıf milletin bütünü değil bir parçasıdır. Öyle görünüyor ki, tarihin temel yürütücü birimi önümüzdeki yıllarda da milliyetçilik olacak gibi. Ama Ümit ederiz ki milliyetçilik şovenliğe dönüşmez. Şu günlerde global ve evrensellikten dem vurulsa da, evrensellik her nedense hep şekilde kalıyor, asıl niyet ve içgüdü kanaatimce milli menfaatte odaklanıyor galiba.

      Batı cenahında böyle olurken, acaba doğu nasıl durumda derseniz; mesela Araplar ve Berberiler, dünyanın gidişatının tam tersi bir görünüm veriyorlar. Nasıl mı? Şöyle ki; söz konusu ülkeler Millet olma şuuruna erişemediklerinden bölünmüşler ve şu isimlerle anılmaktalar:

      -Şeyhlikler, Krallıklar, Emirlikler, Cumhuriyetler vs. diye. Her ne kadar tarihte Arap dünyasında görülen kabile çatışmalarını milliyet çerçevesinde değerlendirilmese de, Emeviler’de görülen Mevalilik, yani Emevi dışındakilerin azadlı köle görme düşüncesi, bir nevi ırkçılık hareketi olarak değerlendirilebilir pekâlâ. Öyle ki, Emeviler ibadetlerde bile, Emevi imamın arkasında namaza durulur esası getirmişlerdir. Oysa dinin milliyeti, ırkı olmaz.

      Savaşların tek başına milliyetçilikten kaynaklandığını söylemek de yanlış olur. Böyle olsaydı savaşlardan önce milli oluşumların olması gerekirdi. Ama şunu söyleyebiliriz; milli şuur ve milliyetçiliğin doğuşunda savaşların büyük bir rolü olduğu muhakkak. Şu bir gerçek tarihin derinliklerine indiğimizde site kavgalarında bile aynı kavmin şehirleri birbirleriyle mücadele içinde oldukları görülecektir. Hakeza din savaşlarında aynı soy içinde kan davaları söz konusuydu. O tarihlerde milliyet kavramı yoktu, ama insanlar çeşitli bahaneler ve sebeplerle savaşıyorlardı. Savaşlara neden olan amiller ne ise, dinleri, dilleri ve daha sonraları milliyetçiliği doğuran sebepler de aynıdır. Allah’ü Teâla (C.C.) her şeyi bir sebebe bağlamış çünkü. Tıpkı bulutu yağmura vesile kıldığı gibi. Zira Hiçbir şey gökten zembille inmiyor.

      Milliyetçiliğin zıddı, elbette ki emperyalizm olgusudur. Emperyalizm dallanıp budaklandıkça aynı oranda milliyetçilik de gelişecektir. Her iki unsurda birbirlerinden beslenen yapışık ikizlerdir adeta. Türk halkının Kurtuluş savaşını zaferle noktalamasının altında yatan gerçeklerden biri de, azgınlaşan emperyalizme karşı verilen tepkilerin oluşturduğu engin ruhtur. Milli Kurtuluş mücadelesi aynı zamanda ulus devletine geçiş olup bir anlamda milliyetçiliğin dirilişidir. Bugün devletimiz Milli mücadelenin zaferi neticesinde milli karakter kazanmıştır. Elbette milliyetçi olacağız, ama bizim milliyetçilik anlayışımız, başka milletlere zulüm, baskı ve sömürmek manasında olmayacak asla. İstesek de ırkçı olamayız, çünkü sevgi denen iksir genlerimize işlemiş. O halde Milliyetçilik kavramını şekilcilikten çıkarıp öz manada, yani Bediüzzaman Said-i Nursinin dilinde; ‘‘müsbet milliyet” adını alan milliyetçilik tarifini esas almalı.

      Şu da bir gerçek; dünya üzerinde ne kadar millet varsa bir o kadar da millet tarifi yapmak mümkündür. Şöyle ki;

      –ABD: Anayasa’ya bağlılık ve Amerikan vatandaşlığı ilkesini esas alarak,

      –İsveç: Ortak vatan, ortak tarih ülküsünü şiar edinerek,

      –İsrail: Din ile beslenmiş İsrail idealini savunarak,

      –Hindistan: Kozmopolitlik manzara içinde bir arada yaşama amacını taşıyarak,

      –Fransız: Kültür birliği etrafında bir arada bulunmak olarak,

      –Alman: Soy birliğine önem vererek,

            -İrlanda: Soyu esas alarak tarif yaparlar. Hâsılı mensubiyet şuuru her ülkenin kendi ortak paydalarında buluştuğu noktalarda meyve verebiliyor.

      Görüldüğü gibi her millet kendi menfaatine ve çıkarına uygun tarifini yapmaktadır. Bunda da haklıdırlar. Çünkü milletler ancak ortak paydalarda bir arada durabiliyorlar.

      Bizim Türk Milleti olarak diğer milletlere nazaran avantajımız, daha çok ortak paydalarımızın olmasıdır. Coğrafyamızı da bir takım etnik alt kimliklerin olması millet olmamıza gölge düşürmeyecektir, bilakis etnik ayrılıklar ayrılık sayılmaz bir bütünün, yani millet olmanın zenginliğidir. Etnik ayrılıklara farklı gözle bakmamalı ve bir milletin zenginliğini ortaya koyan unsurlar olarak telakki edilmelidir. Etnisiteleri durduk yerde kaşırsak o zaman problem var demektir. Her şey kendi mecrasında, doğal akışına bırakmakta sayısız faydalar var. Yetmiş iki millete aynı gözle bakan bir necip millete de bu yakışır zaten. Çünkü hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.

             MİLLET KAVRAMI VE ÜMMET

      Ana baba ve evlat bir arada ‘’aileyi”, ailelerin bir araya gelmesiyle ‘’Oymaklar”, oymakların birleşmesiyle ‘’kavimler”, kavimlerin genişlemesiyle ‘’imparatorluklar”, imparatorlukların dağılmasıyla da ‘’milletler” meydana gelir.

      Arapçada ‘’millet” kavramı ‘’melle” kökünden gelip, birçok manalar ihtiva etmektedir;

      -İzlenilen yol,

      -Sünnet,

      -Şeriat,

      -Tarikat,

      -Esas,

      -Din vs.

      Birde “Ümmet” kavramı vardır ki, bu kavram Kur’an-ı Kerim’de birçok anlamlarda kullanılmıştır:

      -Kavim anlamında,

      -Topluluk,

      -Sayılı yıllar,

      -Hayvan türleri,

      -Akrabalık bağları,

      -Ortak paydada birleşen insanlar vs.

Bugün sosyolojik olarak kullanılan ‘’Millet” kavramı daha çok İslâm toplumunun objektif adı, ümmet ise sübjektif adıdır. Arapça birçok manalar içeren ‘’millet” kavramı ile Kuran’da değişik manalara gelen ‘’Ümmet” kavramı günümüz kriterlerinden çok farklı. Gelinen noktada Hıristiyanlığın hayattan ayrı düşünülmesi, bir Hıristiyan milletinden değil, ancak Hıristiyan cemaatinden söz edilebilir ancak. Çünkü Batı ‘‘Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” beyanıyla dini devletten soyutlanmıştır. Bu tutum tabiî ki millet olmaya manidir. Oysa İslâmiyet hayatın bütün alanına hükmünü koyduğu gibi, devletle ilgisi olması bakımından dolayı millet olma vasfını da inkâr etmez. Fakat burada İslâm’a milli bir veçhe verdiğimiz anlamı çıkmasın. Baştan da belirttiğimiz gibi Millet kavramı sosyolojik manada kullanıldığı müddetçe, İslâm toplumunun dış görünüşü ile alakadar bir kavram özelliği kazanacak, iç muhtevasını da ancak ‘’ümmet” kavramı oluşturacaktır. Şurası unutulmamalıdır ki; tarihe, dine ve birçok mukaddes değerlere kapalı olarak tarif edilen ‘’Millet” kavramı, İslâm toplumunun kabulü olamaz. İslâmiyet; toplumların ilişkileri açısından ‘’Millet” gerçeğini inkâr etmez, bilakis Allah’u Teâlâ; “Sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubeler ve kabilelere ayırdık” (El-Hucuret Suresi ayet 13) diye beyan buyuruyor.

      Dinimiz Cihanşümul olup, bütün insanlığa şamil. Dolayısıyla bugünkü manada millet kavramını ancak toplum ilişkileri açısından bir unsur olarak değerlendirilebilir. Nitekim İbn-i Haldun; ‘‘Kavim ve nesillerin başkalığı ve çeşitliliği onların geçinme ve şekil usullerinin birbirlerinden farklı olmasındandır” beyanıyla bu durumu teyit eder adeta. Hâsılı; İslâm toplumunun dış kabuğunu millet, iç kabuğunu da ümmet oluşturur. Millet, bir cemiyet birimi olup, aynı zamanda bağrında ‘’mensubiyet şuuru”nu da taşır. Ümmetin ruhunu ise ‘’din birliği” kapsar. ‘‘İnananlar kardeştir” düsturu, aynı zaman da ümmetin tarifidir. Yine bir başka meselede‘’siyasi ümmet” kavramıdır. Ki bu kavram tek dil, tek bayrak, tek coğrafya içerir ki bu bizim kabulümüz olamaz. Çünkü dinimiz; ‘‘Renklerinizin ve dillerinizin birbirine uymaması Allah’ın ayetlerindendir (Er-Rum /12)” buyurarak milletlerin varlığını reddetmiyor. Her nedense farklı farklı cemaatlerin varlığı kabul edilirde iş millet olmaya geldiğinde neden kabul edilmez doğrusu anlamış değiliz. Üstelik İslâm’a engel teşkil eden bir durumun ortada olmamasına rağmen.

      “El-Hucuret Suresi ayet 13” de belirtilen insanların kabileler halinde yaratılmasında ki hikmetler şunlardır:

      -Nesebi korumak, akraba ilişkilerini ve sıla-i rahimi güçlendirmek.

      -Kabileler arası dayanışmayı ve tanışmayı sağlamak ve aralarında sevgi bağları oluşturmak.

            -Toplumlar arası yarışta üstünlüğün maddi ilişkilerde değil, takva da olabileceği şuurunu kazandırmak.

      -Bütün toplumların ortak atadan, yani aynı baba (Adem) ve aynı ana (Havva)’dan geldiğinin bilincinin verilmesi vs.dir

      İslâm, görüldüğü gibi, kabileleri, kavramları ve daha ileri gelişmiş şekli olan millet kavramını dışlamaz, bilakis milletlerin İslâm’a hizmet yarışında, din şuuru (ümmet) içinde tanışmasını ve dayanışmasını öngörür. Elbette milli din tezine karşıyız. Çünkü İslâm, herhangi bir milletin kabuğuna girecek kadar dar bir din değildir. Dinimiz evrensel ve Cihanşümul’dur. O’na milli özellik vermeye kalkışmak hatadır. Milletlerin İslâm’a ihtiyacı var, İslâm’ın değil. Allah(C.C.) bu dini en güzel şekilde tamamladı ve kıyamete kadar koruyacak olan da yine O’dur.

      Millet kavramı ile ümmet mefhumunu karşı karşıya getiren bir takım basiretsiz insanlar, millet ve ümmet kavramlarına değişik manalar vermişlerdir. Şöyle ki; ‘‘İnananlar kardeştir” ilkesini, Müslümanların tek dil, tek bir devlet çatısı altında algılayıp, ‘‘Siyasi Ümmetçiliğe’‘ dönüştürdüler. Oysa bugün dünyada dört dörtlük İslâm devletinin varlığından söz edemeyiz ki; Siyasi İslâm birliğinden de bahsedilebilsin. Bizim İslâm birliğinden kastımız “siyasi ümmetçilik” olmamalı. Müslüman devletlerin kendi aralarında ekonomik, sosyal, kültürel vs. alanlarda işbirliğine gitmesi ve bu yolda birliktelikler kurması bizim tasvibimizdir. Hıristiyan ülkeler, nasıl ki milli yapılarını bozmadan ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliği içinde bloklar kuruyorlarsa, pekâlâ biz de, İslâm ülkeleri ile hemen hemen her alanda entegre olmaya ve örgütlenmeye gidebiliriz. İşte bizim İslâm birliğinden anladığımız budur.

      Bizim ne Nasr’ın millet anlayışı, ne Mısır ve Arap milliyetçiliği, ne de Baas ırkçılığını esas alan ‘’millet” düşüncemiz var. Öte yandan bir kısım “İhvan-ı Müslim’in” ve “Ezharliler” in savunduğu gibi de, siyasi ümmetçilik bizim kabulümüz değildir. Tüm Milletlerin ‘‘İnananlar kardeştir” şuuru çerçevesinde İslâm’a hadim olmalı(hizmetkâr), hâkim(egemen-temsilci) olmamalı. İşte bizi; Nasır, Baascılardan ayıran İslam’a ‘’hadim” (hizmetkârlık) olma duygusudur. Millet asla, İslâmiyet’in yerine geçemez, geçmemeli de. Ancak O’na hizmet etmekle mükelleftir tüm ülkeler. Mensubiyet şuurunu inkâr eden bir kısım İhvan-ı Müslim ve Ezherliler gibi siyasi ümmetçiler millet gerçeğinden kaçmakla hata ediyorlar. Birliktelik, ancak ortak paydalarda buluşmakla mümkün, İslâm ülkeleriyle en bariz ortak paydamız ‘’din” birliğidir. Din olgusu, sınırların kalkmasını, bayrakların indirilmesini, dillerin iptalini, kültürünün kalkmasını gerektirmez. Bilakis bu farklılıkların İslâmi şuur içinde tüm Müslüman halklarına zenginlik getireceği muhakkak.

      Müspet milliyet anlayışımız, İslâm’ın ışığı çerçevesinde millet olmayı yeğler, dinin milli şuura engel olmadığını kabul eden bir görüşü savunuruz Velhasıl; Mensubiyet duygusu bizi yerel ve milli bilincine, ümmet duygusu ise bizi din kardeşliği şuuruna götürür. Her ikisi de gerekli diyoruz. Nitekim bir aydınımızın soyunu inkâr eden soysuz, dinini inkâr eden dinsizdir sözü bilmem meseleyi izah etmeye yeter mi? Fakat bu cümleden hakaret anlamı çıkmasın, soyunu inkârla soysuzluk kimliğine rızalık, dini inkâr etmekle ateist kimliğini kabullenmek olarak algılanmalı.

          Vesselam.

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

 

Gazetecilik Neden Dibe Vurdu?

Gazeteciler bizi bilgilendiriyor mu yoksa aldatıyor mu?  Gazetecilik galiba dürüstçe yapılmasına imkân olmayan bir meslek. Çünkü birbirine zıt işlerin aynı anda icra edilmeleri gerekiyor: Habercilik, savcılık, komiklik, amigoluk…  Gazeteci kendisine bilgi verebilecek herkesle iyi geçinmek için biraz politik davranmak daha doğrusu yalan söylemek zorunda. Ama aynı zamanda ondan gözü kara bir savcı gibi olayların üzerine gitmesi, iyi bir hâkim gibi dürüst olması da bekleniyor. Bir bilim adamı gibi konuları derinlemesine irdelemesi ama sıkıcı olmadan toplumun her kesimini eğlendirebilmesi… Gazetecilerden halkı aydınlatmaları isteniyor ama aynı zamanda da halka benzemeleri. Yoksa gazeteleri satılmıyor, TV kanalları izlenmiyor. Bu koşullarda “gazeteci gibi” gazetecilik yapılabilir mi? Derin Düşünce yazarları sorguluyor…

Buradan indirebilirsiniz.

 Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”

Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.

 Derin Düşünce nedir?

Sitemizde siyasetten tarihe, kadın haklarından felsefeye, sanattan bilime kadar bir çok konudan bahsediyoruz. Ama zaman zaman da kendimizden söz ediyoruz. Derin Düşünce nedir?  Sitenin geçmişi, geleceği, ortak projeler, yazar olmak isteyenlere öneriler, okunma istatistikleri… Derin Düşünce’nin bir kimliği, tarihi ve kendine has “yaşam” tarzı var. Eğer aramıza yeni katıldıysanız bu kitap “yöre halkına” kaynaşmanızı kolaylaştıracaktır :)

 Liberalizmin Kara Kitabı

Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.

Maymunist imanla nereye kadar?

Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki…  Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 12 Yorum

  2. Yazan:Aziz Yılmaz Tarih: Haz 30, 2008 | Reply

    Olaya kavramlar çerçevesinde bakmamak gerekir.Şayet meseleye bütün dünya coğrafyasına yayılmış çatışmalar ve bunun yarattığı yıkımlar çerçevesinde bakılırsa yazarın kendi yazdıklarıyla çeliştiği ortaya çıkacaktır.Zira adını nasıl koyarsak koyalım,nasıl tanımlarsak tanımlayalım;ister yüceltelim,ister yadırgayalım,insan merkezli ortak paydalar dışında birinin diğerine üstün görüldüğü bir inanç,yol,yöntem ya da birliktelik mutlaka beraberinde bir çatışma yaratacaktır.Dolayısıyla sayın yazarın özellikle altını çizdiği müsbet milliyetçilik de bu anlamda insan topluluklarının içine düştüğü kamplaşmaları ortadan kaldıracak yegane yöntem olmaktan çok uzaktır.Bunu bazı örneklerle açalım.

    Dünya nüfusu halıhazırda 6 milyarı geçmiş durumda.Bu oranın dörtte biri dışında kalan bölümü sayın yazarın “müsbet milliyetçilik”olarak tanımladığı islamın dışında kaldığı düşünüldüğünde peki geri kalanları nereye koymak lazım.Acaba kendini farklı tanımlayan diğer din ve inançlar için de “benimki daha doğrudur”deme hakkı olamıyor mu?Bunu açıklamanın bir yolu olabilir mi?Siz islamı benimsersiniz,başkaları da hırıstyanlığı,yahudiliği,buduzmi ya da herhangi bir din veya inancı benimser.Sizin mutlak doğru ve tek yol diye benisediklerinizi başkaları da kendileri için doğru olan inançta bulabilir.Bakın yazının bir bölümünde “sevgi bizim genlerimizde var”diye bir mutlak belirleme var.Peki diğerlerinin genleri bozuk mu oluyor,böyle bir iddia kibir ve üstünlük kurmak demek değildir de nedir.Diğer toplulukların da kendi dışındaki din ve inançlara aynı şüpheyle yaklaşması durumunda alın işte bir çatışma ve savaşma nedeni!

    Dolayısıyla din merkezli bir milliyetçilik anlayışının dünya barışı için sağlıklı bir yol olduğu tartışmalıdır.Gerek tarihte,gerek günümüzde bu anlayışın hep kanlı savaşlarla sonuçlandığı biliniyor.Haçlı seferleri buna örnektir,İslam adına ta İspanyalara kadar dayanan islam devleti buna örnektir.Ne işi vardı müslümanların İspanya’da?Bugün ABD nin dünyada estirdiği terör hep tarihten gelen bu anlayışın devamıdır.Arkasında ekonomik çıkarların,talan ve ganimetlerin yattığı bu kanlı ve vahşi savaşları,yayılmacılığı kusura bakmasın kimse demokrasi gibi,islamı yaymak gibi gülünç gerekçelere dayandırmasın.

    Bunlar yazmakla bitmez.Fakat yazımı kısa tutmayı yeğliyorum.Sayfalarca yazarak bir işgalde ben yapmayayım.Sayın yazarada tavsiyem budur.Görüşlerine katılmasam da saygı duyarım.Ancak daha ikna edici ve olayları derinlemesine irdelemesini öneririm.Kendi bildiği ve inandığı doğruları bu şekilde dayatmasını doğru ve yapıcı bulmuyorum.

  3. Yazan:alperen Tarih: Haz 30, 2008 | Reply

    Aziz kardeşim, sanırım konuyu bütün olarak tam analiz edememişsiniz. Kesinlikle diğerlerine karşı üstünlük tarzına bir iddiamız yok. genlerimizde mevcut derkende kesinlikle ırkçılık anlamında değil, özellikle Osmanlının hoşgörüsünü ortaya koymak içindir. Dinimizde bir ne arabın aceme neacemin araba üstün olmüyücağını vurguluyor,üstünlüğün takvada olduğunu bildiriyor. Dolayısıyla ölçü olarak bir inanan olarak İslamı referans alırım. satırlar arasında her milletin İslama hizmet ettiği müddetçe değer kazanabileceğini görme imkanınız olabilir. Aynı zamanda bu makalemde ve geçmiş makalelerimde farklılıkları zengin olarak gördüğümü belirtmişimdir defalarca.Bediüzzaman kürt kökenli olmasına rağmen tarihte Türklerin islama hizmet etmiş olmalarından dolayı övgüyle bahsetmesi necip milletimiz adına sevindirici durumdur. Fakat bu sevindiricilik birbaşka milleti küçümseme olarak algılamayı gerektirmez.

  4. Yazan:Büyükcan Tarih: Haz 30, 2008 | Reply

    Hakkatende islam aleminin farklı farklı dilleri konuşan insanlardan oluşması iyi.Çünkü farklı diller,belki de,aynı zamanda farkı bölgeler demektir ve bu çok sesliliği getirir…Ama,esas olan şey,bu farklılıklardan övünmek yerine,bu farklılıkları nasıl bir ortak payda da bulaştırabileceğimiz! Zaten,Kur’an’da da bu böyle geçmiyor mu?…Allah,kutsal kitabımızda bizi bu kadar farklı millete ayırmasının nedenini ‘Birbirlerinizi Tanıyın Diye’ şeklinde açıklamıyor mu?

    Bu cevap,belki de,sentez’e nereden başlamımızı gösteren bir ipucu da olabilir.İşte ben,aslında,buna cevao veren yazılar okumak istiyorum…

    Herkes,kısır çekişmeleri bir yana bıraksın!

  5. Yazan:alperen Tarih: Mar 29, 2009 | Reply

    MUHSİN YAZICIOĞLU VE ÜÇ TUĞ’LU HİLÂL

    ALPEREN GÜRBÜZER

    Bir zamanlar Nizam-ı Âlem Ocaklarının tertiplediği S. Ahmed Arvasi’yi anma toplantısını izlerken bir an gözüm üç tuğ’lu Hilâl’e dikkat kesiliverdi. Birbirinden değerli konuşmacıları dinledikçe üç tuğ’lu Hilâl’in ne manaya geldiğini anlamaya çalıştım.

    Anma toplantısında Seyyid Ahmed Arvasi’nin hayatı bütün yönleriyle or­taya konulmasına çalışılırken son sözü Muhsin Yazıcıoğlu dile getiriyor ve medeniyetlerin üç sutun üzerine yükselebileceğini vurguluyordu. Muhsin Yazıcıoğlu Seyyid Ahmed Arvasi’nin söz­lerinden pasajlar aktarırken o anda üç sütunun üç tuğ olabileceğini idrak ettim. Çünkü Medeniyetlerin inkişafında önemli unsur teşkil eden bu üç sütunu bina eden bir Osmanlı gerçeği var. Hatta Devlet-i Aliyyenin yükselişindeki sır, üç tuğ da esrarını korumaktadır hala. Üstelik bu üç iksiri gönlünde taşıyan bir de Hilâlimiz söz konusu. Dolayısıyla Hilal içerisinde boy veren bu üç tuğun Türk-İslam medeniyetinin oluşmasında en büyük kaynak olması muhtemel dâhilindedir diye düşünüyorum.

    Osmanlı, Söğüt’te kurulurken malzemesi üç tuğlu Hilâl’di sanki. Nitekim Osman Gazi ve etrafındaki Şeyh’ler, Gazi dervişler (Alperenler), âlimler ve ahiler “üç tuğ”lu Hilâlin vücut bulmasına vesile olmuşlardır. Üç Tuğlu Hilâl Osmanlı ile uygarlaşmış ve günümüze kadar da etkisini hissettirmeye devam ediyor da.

    S.Ahmed Arvasi, medeniyetleri üç sütun üzerine yüksel­diğini belirtirken, bu üç sütunun: İlim, sanat ve din olduğunu haykırıyor adeta. S.Ahmet Arvasi Hocamız bununla da kalmayıp bizlere ilmin mutlak objektiviteyi, Sanat’ın subjektif gerçeği, dinin ise mutlak gerçekliği ihtiva ettiğini öğre­tiyor. İşte bu noktada medeniyet hamlemizin bu üç unsurda gizli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Hilâl’in Salib’le kavgasında üstün olan üç sütunun kalbi hükmünde olan biricik Hilâlimizdi. Tarihimize kuru cihangir da­vası olarak bakan bir takım çevreler, her nedense o muhteşem medeniyetimizin üç sütunu olan ilim, sanat ve din faktörünü görmezden gelirler. Oysa bizim üç kıtada hükmeden bir devlet olmamızdaki güç kaynaği üç sütun üzerine kurulu medeniyet olarak doğmamızdır. Eğer sırf mücadelemiz kuru bir cihanşümul kavga için olsaydı, bizim de bir Moğol kasırgasından farkımız olmayacaktı. Malum Moğollar ilim, sanat ve din gibi değerlerden uzak bir kavga verdiklerinden do­layı tarihte yüz seneyi aşmayan kısa süreli hâkimiyetleri olabildi ancak.

    İnsanlık Hilâl’ın pırıl­tısı sayesinde medeniyeti tanışabildi. Avrupa bugünkü rönesansını bize borçludur bu yüzden. Batı açısından Haçlı seferleri bir savaştan ziyade, savaşında ötesinde Müslüman­ların sahip olduğu medeniyeti tanıma hamlesidir. Yani Haçlı seferleri bir bakıma medeniyetimizi tanımalarına vesile oldu. Batı, karanlık ortaçağ hayatını ışığa (rönesansa) çevirmesini Hilâl’e borçludur. Salib, mendili ve tuvaleti dahi bizim medeniyetimizle tanıştıktan sonra öğrenebilmiştir. Dedik ya, biz cihana kuru kavga olarak gelmedik. Bilakis üç Tuğ’lu Hilâl’in ışığıyla me­deniyet olarak hükmettik âlemi. Böylece tüm âlem bizimle şereflenip nizam buldu.

    Yönetim açısından üç tuğ; millet, devlet ve hâkimiyet de­mektir. Aynı zamanda devlet; milletin teşkilatlanmış halidir. Nitekim Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan bütün unsurlar her zaman efendi olarak telakki edildi. Öyle ki Kanuni; ‘’Asıl efendi reaya’dır’’ diyerek bu durumu teyid etmiştir. F. Grenard; “Osmanlı hiç bir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı’’ derken Devleti Aliye’mizin teşkilat yapılanmasında her türlü ayırımcılığa geçit verilmediği gerçeğine işaret etmiştir. Gerçektende Os­manlı, hiç bir zaman bağrında taşıdığı değişik kimlikteki unsur­ları ayrılık olarak görmedi. Bilakis, bütün bu unsurları bir kilimin desenleri olarak telakki etti. Böylece altı yüz sene kardeşce bir arada nasıl yaşanacağının formülünü dünyaya ıspatladılar. Bu arada unutmamamız gereken bir noktada hâkimiyet kavramından emperyalizm anlamının çıkarılmayacağı hususudur. Zira Osmanlı da Hâkimiyet Nizâm-ı Âlem olarak kabul gördü. Avrupalıların hak dediği şey kuvvetti. Bizde ise hak adalet demekti. Kuvvetimiz (hâkimiyetimiz) Nizâm-ı Âlem’di çünkü. Yukarıda da belirttiğimiz gibi idari açıdan üç tuğumuz millet, devlet ve hâkimiyet anlamına gelir ki işte bu üç sütunun arasındaki uyumluluk ağı Osmanlı’yı Söğütten ötelere taşımaya yetti bile.

    Dış dünyaya diktiğimiz bu tuğların iç dünyamızdaki anlamı ise Şeriat (Ehlisünnet çerçevesine uygun İslami hükümler), Tasavvuf ve Hakikattir. Dolayısıyla bir aydınımız Osmanlı’nın yükselmesini şeriata ve tasavvufa bağlar. Gerçek manada Nizâm-ı Âlem’e gönül verenler iç dünyalarında hep İ’lây-ı Kelimetullah duygusunu hiç eksik etmediler. Kalplerinden Lafza-i Celal zikrini (Allah zikri-Allah lafzı) zikrederek Şeriat, Tasavvuf ve Hakikat dediğimiz manevi tuğların doruğuna ulaştılar. Bu üç tuğu nefsin şubele­rinde dalgalandıranlar bu şekilde Hakikat’e erişebildiler böylece.

    Hâsılı üç tuğ’un görüntü­leri bugüne kadar etrafa Hilâl olarak yansıdı hep, bundan böyle yansıyacakta. Hilâl karanlığı aydınlığa çeviren tek ışıktır, ışık olmaya devam edecekte..

    Kendilerini Nizâm-ı Âlem Alperenleri diye tanımlayanların Nizâm-ı Âlem davası gereği üç tuğ’lu Hilâli sembol olarak seçmeleri manidardır elbette ki. Ne diyelim niyet hayır akıbet hayır. Bu kutlu yolun yolcularına bu yol şimdiden mübarek ola.

    Vesselam.

  6. Yazan:Aydemir Tarih: Mar 29, 2009 | Reply

    SAİD-İ NURSİ’NİN, KUR’AN-I KERİM AYETLERİNDEN KENDİSİ VE RİSALE-İ NUR İÇİN ÇIKARDIĞI MÂNALAR VE RİSALE-İ NUR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCELERİ
    a) Kur’an-ı Kerim Ayetlerinden Kendisi İçin Çıkardığı Mânalar
    Nûr Suresi’nin 35. ayeti şöyle demektedir:
    “Onun nuru içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır, bu, ne yalnız Doğu’da ve ne de Batı’da bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile neredeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nûr üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara örnekler verir, o her şeyi bilir.”
    Said-i Nursi, anlamı yukarıda yazılı ayeti bakın nasıl yorumluyor:
    “Hem işaret eder ki: Risale-i Nurları müellifi (Said-i Nursi) de Ateşsiz yanar, Tahsil için külfet ve ders alma zorluğuna katlanmadan nûrlanır âlim olur.”1
    “Evet âyetteki bu cümlenin bu mucizeli 3 işareti elektrik Risale-i Nurlar hakkında doğru olduğu gibi müellifi (Said-i Nursi) hakkında da tamamiyle doğrudur… Said-i Nursi) medrese usulünce 15 yıl ders alınarak ancak okunabilen kitapları, yalnızca 3 ayda okuyup öğrenmiştir.”2 (Ek:l)
    Said-i Nursi’nin kendi ifadeleri çok dolaşık ve ağdalı olduğundan ifadeler genellikle anlaşılır biçime sokularak yazılmıştır.
    Said-i Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî (Arap harfleriyle teksir), s.60, sat. 14-17. (Ek: 1)
    9
    Hûd Suresi’nin 112. ayetine, “Ey Muhammed emrolunduğun gibi doğru hareket et”, anlamındaki bir cümleyle başlanır. Said-i Nursi Tann’dan doğrudan doğruya emir aldığını anlatmak ve kendisine bir peygamber süsü vermek için, bu ayetle kendisine hitap edildiğini ileri sürüyor.
    Aynı surenin 105. ayetinde, “…İçlerinde bedbaht olanlar da, Said olanlar da vardır”, anlamında bir cümle bulunmaktadır. Said-i Nursi bu cümlede mutlu anlamına gelen Said sözüyle de kendisinin kastedildiğini iddia ediyor. Ve amacına ulaşmak için cifir oyunlarına baş-vurarak iddiasını şöyle ispatlamaya çalışıyor:
    “.. ‘İçlerinde bedbaht olanlar da, Said olanlar da vardır’, anlamındaki âyetin cifır yönünden sayı değeri 1303 eder. Hûd sûresinde ‘Emrolunduğun gibi hareket et’, anlamında bir âyet olduğu gibi şûra sûresinin 2. âyetinde de aynı anlamda bir âyet vardır. ‘Vav’la başlayan Şûra süresindeki âyetin cifır yönünden sayı değeri de 1309 eder. Bu tarihte
    10
    bütün muhataplar içinde özellikle birine Kur’an adına iltifat ediliyor, doğru olmak yolunda buyruk veriliyor. Birinci tarih (1303) de ise, Risale-i Nurlar müellifi (Said-i Nursi) nin ilim tahsiline başladığı tarihtir. İkinci âyetin tarihi ise O müellif (Said-i Nursi) nin Hârika bir şekilde pek az bir zamanda ilimce en son noktaya ulaştığı, tahsili bitirdikten sonra ders vermeye başladığı ve 3 ayda, bir kış içinde, 15 senede ancak okunabilen 100’den çok kitap okuduğu ve o zamanın o muhitte en ünlü âlimlerinin yanında o 3 ayın mahsulü fakat 15 yılın mahsulü kadar olan ilimleri kazandığı, ne kadar büyük bir âlim olduğunu; hangi ilimden olursa olsun sorulan her soruya en doğru cevap vermekle ispat ettiği tarihe rastlar.”
    Bunları iddia eden, Said-i Nursi’nin kendisidir.
    O’nu, kendisinden öğrenmeye devam edelim:
    Said-i Nursi’ye göre Said-i Nursi, bakın ne büyük bir âlimmiş…
    Said-i Nursi, kendisini şöyle tanıtıyor:
    “İngiltere’nin en yüksek bilim kurulu, Şeyhûlislâmlık’a 6 soru sorup cevabını istediği zaman; o 6 soruya, 6 kelimeyle son derece beğenilen bir cevap veren;
    “Yabancıların en çok önem verdikleri ve bilginlerinin en esaslı düstur saydıkları ilkelerine, gerçek ilim ve marifetle karşılık verip, üstün çıkan;
    “… Gerek Avrupa Filozoflarına, gerek Üleması’na ve gerek okullarda yetişmiş olanlara meydan okuyan, kendisi hiç soru sormadan sorulan sorulan eksiksiz cevaplandıran;
    “Bütün ömrünü bu milletin mutlu olması için harcayan;
    “100’den çok kitap yazarak ve Türkçe yayınlayarak bu milleti aydınlatan… bir marifet ehli olan kişi…”4
    Bu sözler başkası tarafından söylenmiyor, Said-i Nursi’nin kendisi tarafından yazılıp kitabına konuluyor (!) yani; Said-i Nursi kendisinde böyle meziyetler bulunduğunu kitaplarında anlatıyor.
    Said-i Nursi demek ister ki: “Ne Şeyhülislâmlıkla ne de
    11
    okuldan yetişmiş olanlar arasında benden daha büyük bir âlim bulunmadığı için İngiltere’den gelen Bilim Kurulu’nun bütün sorularına ben cevap verdim. Ve ben bütün bilim adamlarına meydan okudum. Hangi ilimden olursa olsun sorulan, bana yöneltilen soruların hepsine cevap
    verdiğim için yapılan ilmi tartışmada herkese karşı üstün çıktım, ne Avrupa Filozofları ne İstanbul uleması bana yetişebildi, ben işte böyle bir âlim böyle bir marifet ehliyim.”
    Evet, Said-i Nursi, açık açık böyle diyor, bunu anlatmaya çalışıyor. En’âm Suresi’nin 161. ayetinde Peygamberimize şöyle hitap edilir:
    “De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola iletmiştir.”
    Said-i Nursi bu ayetle de kendisine hitap edildiğini iddia ediyor. Ve şöyle ispatlamaya çalışıyor:
    “Bu âyetin sayı değeri 1316 eder ki; Risale-i Nur yazarı (Said-i Nursi) nin Nurları hazırladığı tarihi gösterir.”5
    Demek ki, Said-i Nursi’ye göre; Tanrı bu ayetle Said-i Nursi’ye sesleniyor. Çünkü Said-i Nursi’nin nurları hazırladığı tarihle bu ayetin cifir yönünden sayı değeri aynı rakamları ifade ediyor; aynı tarihe denk geliyormuş!..
    O zaman Said-i Nursi’ye göre ayetin anlamı şu demek oluyor: “Ey Said-i Nursi de ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola iletmiştir.”
    Said-i Nürsi, bu ayet hakkında yaptığı yorumla; bir yandan kendisine Peygamber süsü vererek Hz. Muhammed’in yerine koyuyor ve bir yandan da doğru yolda olduğuna Allah’ın ayetini şahit gösteriyor, daha doğrusu alet ediyor.
    Bakara Suresi’nin 269. ayetinin anlamı şöyledir:
    “Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona büyük iyilik edilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.”
    Aynı surenin 151. ayetinin anlamı da şöyledir:
    “Nitekim biz size aranızdan, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmekte olduklarınızı bildirecek bir peygamber gönderdik.”
    Said-i Nursi bu ayetleri de kendi hakkında yorumluyor ve bu ayetlerde; “Kendisine anlatılan, hikmet verilen, kitabı hikmeti öğreten ve herkese bilmediği şeyleri bildiren” kişinin kendisi olduğunu iddia ediyor. Bu iddialarını da cifır hesaplarıyla ispatlamaya çalışıyor.6
    O zaman Said-i Nursi’ye göre ayetlerin anlamı şu demek oluyor:
    “Allah hikmeti Said-i Nursi’ye vermiştir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona büyük iyilik edilmiştir. Nitekim biz size aranızdan, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmemekte olduklarınızı bildirecek bir Peygamber, Said-i Nursi adlı bir zat gönderdik ”
    Said-i Nursi, Hûd Suresi’nin, “Onlardan kimileri bedbaht (Cehennemlik), kimileri de Said=mutlu (Cennetlik)tirler” anlamındaki 105. ayetini tekrarlıyor.
    Said-i Nursi, bir yandan ayette geçen Said kelimesiyle kendisinin anlatıldığını ileri sürerken, bir yandan da cennetliklerden olduğunu kabulleniyor.
    Tevbe Suresi’nin 33. ve Saff Suresi’nin 8. ayetinde şöyle buyurulur:
    “Onlar istiyorlar ki, Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürsünler. Oysa Allah kâfirler hoşlanmasalar bile, nurunun tamamlayıcısıdır.”
    Said-i Nursi’ye göre:
    “Bu Nur, Risale-i Nur’un nurudur. Daha doğrusu Risale-i Nur’un kendisidir. Bu nuru ağızlarıyla söndürmek isteyenler de Said-i Nursi’ye ve kitabına karşı olanlardır.”

    Bilmem daha fazlasini yollamama gerek var mi?

  7. Yazan:Aydemir Tarih: Mar 29, 2009 | Reply

    Lütfen bu yolladigimi izleyin:

    http://www.dailymotion.com/video/x8dd17_turk-olmak_people

  8. Yazan:Aydemir Tarih: Mar 29, 2009 | Reply

    Buyrun, ben futbolcu bile degilim, kaldi ki sag-sol.
    Sagdan gelen tepki, sol dan farkli degil
    seyredin görün lütfen.

    http://www.youtube.com/results?search_type=&search_query=ISTE+TAYYIP+ve+AMERIKA+GERCEGI+(TAYYIP+NASIL+BASKAN+OLDU)

    Erbakan Hoca da baska sey söylemiyor.

  9. Yazan:alperen Tarih: Mar 30, 2009 | Reply

    MUHSİN BAŞKANIN SONSUZLUĞA YOLCULUĞU

    ALPEREN GÜRBÜZER

    Adı Kur’an’da geçen ismi ile müsemma Muhsin,
    Soyadı; Yazıcıoğlu, yani narına nuruna kurban vatan evladı.
    Adını denizde uçan martılara, gökteki yıldızlara ve Kahramanmaraş’ın beyaz örtü ile büründüğü dağlara yazdı da.
    12 Eylül öncesi o alaca karanlık günlerinde her tarafı sis kaplamıştı, herkesin birbirinden kaçıştığı o günlerde reisimizdi. 12 Eylül sonrası Türkiye üzerinde sis perdeleri kalkınca, o bundan böyle yediden yetmişe herkesin gül sevgilisidir kıpır kıpır.
    Gülümüz yok artık aramızda. O şimdi çok sevdiği Peygamber, Ashabı Güzin ve Saadat-ı Kiramın yanında. O biliyordu zaten ölümle sevgililere kavuşulacağını. Zaten vuslatla anlaşılır sevgilinin kokusu, şayet gönüllerde taht kurdu isen. Biz bu konuda şahidiz, hiçbir gönlü kırmadığına.
    2009 Mart ayı soğuk yüzünü iyiden iyiye göstermişti. Büyüklerin ‘Mart bacadan baktırır kazma kürek yaktırır’ dediği demler gelip çatmıştı. Fırtınadan önce bir sessizlik vardı sanki. O koca reis son yolculuğa çıkacağını bilircesine sevenlerine ölümden bahsediyor ve hiç kimsenin bir saniye öncesi ve sonrası garantisinin olmadığına vurgu yapıyordu. Üstelik helikoptere seçim çalışmaları için ilk kez biniyordu. Belli ki ötelerden kanatlanarak koş deniliyordu. O halde kartal misali kar beyaz dağların tepesine uçup sevgilinin yolunda pervane olmalı. Nitekim öylede oldu.
    Bu arada Kahramanmaraş dağları içten içe hazırlık yapıyordu. Bir onurlu misafirini ağırlayacaktı sanki. Hakeza Abdurrahman Karakoç’un mana yüklü şiirini hatırlatırcasına beşinci mevsim için gizemli bir faaliyet vardı. Zira Musa’nın Turi Sinası bir yandan fırtına, biryandan tipi ve kar eşliğinde beyaz gelinliğe bürünüverdi adeta. Niye beyaza bürünmesin ki. Ölüm kar beyazdı çünkü. Nitekim karlı dağlar onurlu konuğunu sevgililerin sevgilisine kavuşturmak için beyaz gelinliği ile bağrına bastıda.
    İşte o an gelmişti, sevgili uğruna pervane olan helikopter gizemli bir şekilde düşmüştü. Düştüğü yerde ebediyet vardı. Sonsuzluğa adım kar beyazla başladı kelebek misali.
    Bakın 12 Eylül darbesinin mağduru düştüğü Mamak Yusufiye’sin de sonsuzluğu nasıl dile getiriyordu:
    Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
    Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
    Gözlerim perde perde taş duvarlarda
    Açılıyor hayal pencerelerim
    Hafif bir rüzgâr gibi, süzülüyorum
    Kekik kokulu koyaklardan aşarak
    Bir çeşme başı arıyorum
    Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
    Mis gibi nane kokuları arasında
    Ruhumu dinlemek istiyorum
    Zikre dalmış her şey
    Güne gülümserken papatyalar
    Dualar gibi yükselir ümitlerim
    Güneşle kol kola kırlarda koşarak
    Siz peygamber çiçekleri toplarken
    Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
    Huzur dolu içimde
    Ben sonsuzluğu düşünüyorum
    Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
    Durun kapanmayın pencerelerim
    Güneşimi kapatmayın
    Beton çok soğuk, üşüyorum.
    Evet, beton çok soğuk, hem de çok soğuk. Dile kolay türlü işkencelere tabii tutulduğu 2,5 m²’lik hücre bumbuzdu. Bu seferki üşüme Mamak Zindanındakinden farklı. Nasıl ki izinden yürüdüğü Allah Resulü günler günleri kovalarken bir seher vakti şimdiye kadar hiç görmediği bir varlık karşısına çıkıverdiğinde,
    — İkra! Oku! Ayetine muhatap kaldı ve Vahyin nuru ruhuna nakşedilip nur dağından hane-i saadetine döndüğünde:
    —Ya Hatice! Üzerimi ört, dedi. Annemiz de hemen örtüverdi üzerini. Belli ki ilk gelen ayetin tesirini henüz daha üzerinden atamamıştı ki tüm bedeni zıngır zıngır titriyordu. Tabiî ki bu hal vahyin üzerindeki ağırlığından dolayıdır. Aynen öylede sonsuzluğa doğru uçarken ister istemez Kahramanmaraş dağlarının fırtına, tipi ve sisle kaplı sahrası mahşeri hatırlatırcasına içini ürpertiyordu. Korktuğundan değil tabiî ki, karlı dağlardan gelen davete icabette acaba kusur eğlermiyim düşüncesi ruhunu içten içe ürpertiyordu. Fakat yinede bu çağrıya icabet etmek gerekirdi, edildi de.
    Topraktan geldik toprağa gideceğiz deriz ya hep. Etraf kar fırtına olsa da kara toprak onu sevgililerin sevgilisine ulaştırmak için bağrını açıp bastı kucağına. Şimdi o kar taneleri eşliğinde gül bahçesine dönüştüğü kabrinde gördüğü güller üşüyen bedeni içini ısıtmaya yetmişti bile.
    Kahramanmaraşın karla kaplı dağları onu beyaz gelinliğe bürünmüş halde uçururken bizden de ötelere selam götürün deyip öyle uğurladılar.
    Mevlana ölüme şeb-i aruz demişti. Muhsin Başkan için Martın son cemresi artık düğün gecesiydi. O şimdi son cemre ile birlikte sevgilinin tahtına uğurlandı da. Nitekim her yağan kar taneleri bir sır gizler için için.
    Karlar arasında bizleri bırakıp gittin, ama bu gidiş farklı gidiş. Sadece gökten inen tane tane yere serpilen kara izini bırakıp gitmedin. İzini yüreklerimize bıraktın. Biz seslerini duyuramayanların sesini sen duyurdun. Dik duruşunla, bir o kadar da cesaretinle hayatın boyunca milletin önüne serilen yanlış kaleleri yıkıp doğruları yerleştirdin. Ey yürekli koca reis, seni unutmayacağız. Bizler için üşüdün, ama kalplerimizde sana sıcacık bir sevgi oluşmasını sağlayarak kelebek misali ötelere uçtun gittin. O şimdi Ankara’nın Altındağ ilçesinin Taceddin dergâhında Mehmet Akif’in İstiklal marşının yazıldığı evin yanında meftun.
    Velhasıl ölüm kar beyaz.
    Ruhu şad olsun.

  10. Yazan:Aydemir Tarih: Mar 31, 2009 | Reply

    Allah kul u ve Vatan evladi Muhsin Bey, Üc sene katiksiz hücre hapsi olmak üzere, toplam Yedi küsür sene hapsedilmistir, tahliyesin de sucsuz oldugu resmen belgelenerek. Ve yukarida ki siirini o günler üzerine yazmistir, o cihetle okumaliyiz.
    Bu nadide insan, mukadderati olan elim Yedi senesini, AB-D ye ve hizmetkari darbeci diktatör -simdi ressam imis- Kenan Evren e borcludur.

    Allah taksiratini affetsin, gani gani Rahmet eylesin.
    Tüm Islami-Türk ailesinin basi sagolsun

  11. Yazan:alperen Tarih: Nis 4, 2009 | Reply

    MUHSİN YAZICIOĞLU VE ÜÇ TUĞ’LU HİLÂL

    ALPEREN GÜRBÜZER

    Bir zamanlar Nizam-ı Âlem Ocaklarının tertiplediği S. Ahmed Arvasi’yi anma toplantısını izlerken bir an gözüm üç tuğ’lu Hilâl’e dikkat kesiliverdi. Birbirinden değerli konuşmacıları dinledikçe üç tuğ’lu Hilâl’in ne manaya geldiğini anlamaya çalıştım.
    Anma toplantısında Seyyid Ahmed Arvasi’nin hayatı bütün yönleriyle or¬taya konulmasına çalışılırken son sözü Muhsin Yazıcıoğlu dile getiriyor ve medeniyetlerin üç sutun üzerine yükselebileceğini vurguluyordu. Muhsin Yazıcıoğlu Seyyid Ahmed Arvasi’nin söz¬lerinden pasajlar aktarırken o anda üç sütunun üç tuğ olabileceğini idrak ettim. Çünkü Medeniyetlerin inkişafında önemli unsur teşkil eden bu üç sütunu bina eden bir Osmanlı gerçeği var. Hatta Devlet-i Aliyyenin yükselişindeki sır, üç tuğ da esrarını korumaktadır hala. Üstelik bu üç iksiri gönlünde taşıyan bir de Hilâlimiz söz konusu. Dolayısıyla Hilal içerisinde boy veren bu üç tuğun Türk-İslam medeniyetinin oluşmasında en büyük kaynak olması muhtemel dâhilindedir diye düşünüyorum. Osmanlı, Söğüt’te kurulurken malzemesi üç tuğlu Hilâl’di sanki. Nitekim Osman Gazi ve etrafındaki Şeyh’ler, Gazi dervişler (Alperenler), âlimler ve ahiler “üç tuğ”lu Hilâlin vücut bulmasına vesile olmuşlardır. Üç Tuğlu Hilâl Osmanlı ile uygarlaşmış ve günümüze kadar da etkisini hissettirmeye devam ediyor da. S.Ahmed Arvasi, medeniyetleri üç sütun üzerine yüksel¬diğini belirtirken, bu üç sütunun: İlim, sanat ve din olduğunu haykırıyor adeta. S.Ahmet Arvasi Hocamız bununla da kalmayıp bizlere ilmin mutlak objektiviteyi, Sanat’ın subjektif gerçeği, dinin ise mutlak gerçekliği ihtiva ettiğini öğre¬tiyor. İşte bu noktada medeniyet hamlemizin bu üç unsurda gizli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira Hilâl’in Salib’le kavgasında üstün olan üç sütunun kalbi hükmünde olan biricik hilâlimizdi. Tarihimize kuru cihangir da¬vası olarak bakan bir takım çevreler, her nedense o muhteşem medeniyetimizin üç sütunu olan ilim, sanat ve din faktörünü görmezden gelirler. Oysa bizim üç kıtada hükmeden bir devlet olmamızdaki güç kaynaği üç sütun üzerine kurulu medeniyet olarak doğmamızdır. Eğer sırf mücadelemiz kuru bir cihanşümul kavga için olsaydı, bizim de bir Moğol kasırgasından farkımız olmayacaktı. Malum Moğollar ilim, sanat ve din gibi değerlerden uzak bir kavga verdiklerinden do¬layı tarihte yüz seneyi aşmayan kısa süreli hâkimiyetleri olabildi ancak. İnsanlık Hilâl’ın pırıl¬tısı sayesinde medeniyeti tanışabildi. Avrupa bugünkü rönesansını bize borçludur bu yüzden. Batı açısından Haçlı seferleri bir savaştan ziyade, savaşında ötesinde Müslüman¬ların sahip olduğu medeniyeti tanıma hamlesidir. Yani Haçlı seferleri bir bakıma medeniyetimizi tanımalarına vesile oldu. Batı, karanlık ortaçağ hayatını ışığa (rönesansa) çevirmesini Hilâl’e borçludur. Salib, mendili ve tuvaleti dahi bizim medeniyetimizle tanıştıktan sonra öğrenebilmiştir. Dedik ya, biz cihana kuru kavga olarak gelmedik. Bilakis üç Tuğ’lu Hilâl’in ışığıyla me¬deniyet olarak hükmettik âlemi. Böylece tüm âlem bizimle şereflenip nizam buldu.
    Yönetim açısından üç tuğ; millet, devlet ve hâkimiyet de¬mektir. Aynı zamanda devlet; milletin teşkilatlanmış halidir. Nitekim Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan bütün unsurlar her zaman efendi olarak telakki edildi. Öyle ki Kanuni; ‘’Asıl efendi reaya’dır’’ diyerek bu durumu teyid etmiştir. F. Grenard; “Osmanlı hiç bir zaman milliyetler tezadı oluşturmadı’’ derken Devleti Aliye’mizin teşkilat yapılanmasında her türlü ayırımcılığa geçit verilmediği gerçeğine işaret etmiştir. Gerçektende Os¬manlı, hiç bir zaman bağrında taşıdığı değişik kimlikteki unsur¬ları ayrılık olarak görmedi. Bilakis, bütün bu unsurları bir kilimin desenleri olarak telakki etti. Böylece altı yüz sene kardeşce bir arada nasıl yaşanacağının formülünü dünyaya ıspatladılar. Bu arada unutmamamız gereken bir noktada hâkimiyet kavramından emperyalizm anlamının çıkarılmayacağı hususudur. Zira Osmanlı da Hâkimiyet Nizâm-ı Âlem olarak kabul gördü. Avrupalıların hak dediği şey kuvvetti. Bizde ise hak adalet demekti. Kuvvetimiz (hâkimiyetimiz) Nizâm-ı Âlem’di çünkü. Yukarıda da belirttiğimiz gibi idari açıdan üç tuğumuz millet, devlet ve hâkimiyet anlamına gelir ki işte bu üç sütunun arasındaki uyumluluk ağı Osmanlı’yı Söğütten ötelere taşımaya yetti bile.
    Dış dünyaya diktiğimiz bu tuğların iç dünyamızdaki anlamı ise Şeriat (Ehlisünnet çerçevesine uygun İslami hükümler), Tasavvuf ve Hakikattir. Dolayısıyla bir aydınımız Osmanlı’nın yükselmesini şeriata ve tasavvufa bağlar. Gerçek manada Nizâm-ı Âlem’e gönül verenler iç dünyalarında hep İ’lây-ı Kelimetullah duygusunu hiç eksik etmediler. Kalplerinden Lafza-i Celal zikrini (Allah zikri-Allah lafzı) zikrederek Şeriat, Tasavvuf ve Hakikat dediğimiz manevi tuğların doruğuna ulaştılar. Bu üç tuğu nefsin şubele¬rinde dalgalandıranlar bu şekilde Hakikat’e erişebildiler böylece.
    Hâsılı üç tuğ’un görüntü¬leri bugüne kadar etrafa Hilâl olarak yansıdı hep, bundan böyle yansıyacakta. Hilâl karanlığı aydınlığa çeviren tek ışıktır, ışık olmaya devam edecekte..
    Kendilerini Nizâm-ı Âlem Alperenleri diye tanımlayanların Nizâm-ı Âlem davası gereği üç tuğ’lu Hilâli sembol olarak seçmeleri manidardır elbette ki. Ne diyelim niyet hayır akıbet hayır. Bu kutlu yolun yolcularına bu yol şimdiden mübarek ola.
    Vesselam.

  12. Yazan:Desibona Tarih: Ağu 10, 2022 | Reply

    teşekkürler

  13. Yazan:selim Tarih: Oca 26, 2023 | Reply

    Alperen Gürbüzer’in
    kitapyurdu.com üzerinden Güneş Doğudan Doğar
    adlı 454 sayfa kitabı yayınlanmıştır. Kitapyurdu.com arama motorundan selim gürbüzer ismini tarattığınızda kitabı temin etmek mümkün. Ya da aşağıdaki linkle de kitaba ulaşılabilmekte. https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin