RSS Feed for This Post

21. yüzyıl Osmanlı’sı ortaya çıkıyor

Söyleşi: Hilal TURAN, Ümit AKSOY (Anlayış Dergisi)
Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nden mezun olan, aynı yerde işletme alanında, ardından da Ankara Üniversitesi’nde uluslararası iktisat dalında yüksek lisans yapan Etyen Mahçupyan, bu bölümde üç yıl akademisyen olarak çalıştı. Üst düzey şirketlerde de yöneticilik yapan Mahçupyan, 1996 yılından itibaren ticari işlerini tasfiye ederek entelektüel mecraya yöneldi. Osmanlı’dan Postmoderniteye, Yönetemeyen Cumhuriyet, İdeolojiler ve Modernite, Türkiye’de Merkeziyetçilik: Devlet ve Din, Batı’dan Doğu’ya: Dünden Bugüne Zihniyet Yapıları ve Değişim, İçimizdeki Öteki, Bir Demokrat Manifestoya Doğru isimli kitapları kaleme aldı. Şimdiye dek Radikal, Yeni Binyıl ve Zaman gazetelerinde köşe yazarlığı yapan Mahçupyan, yakın dostu Hrant Dink’in suikasta kurban gitmesinin ardından geçtiği Agos gazetesinin genel yayın yönetmenliğini yürütüyor; Taraf gazetesinde ve gazetem.net isimli web sitesinde düzenli olarak yazıyor.
Kendini “demokrat” olarak tanımlayan Etyen Mahçupyan, kitaplarında sınırlarını çizdiği demokratlık çerçevesinde eğilip bükülmeden, tutarlı bir duruş geliştirmiş; yakın tarihimiz ve onun ışığında şekillenen güncel meselelere farklı açılardan yaklaşabilen analitik zekaya sahip bir entelektüel. Kendisiyle Agos gazetesinde, Türkiye’de yaşanan derin dönüşümden son dönemde üretilen siyasi ve hukuki krizlere ve darbe teşebbüslerine kadar geniş bir alanda sohbet ettik. ­
Tür­ki­ye’de özel­lik­le son el­li yıl­lık sü­reç­te, üre­ti­len tüm kı­sa va­de­li si­ya­si kriz­le­re rağ­men de­rin bir top­lum­sal dö­nü­şüm ya­şa­nı­yor. Bu dö­nü­şü­mü na­sıl ana­liz edi­yor­su­nuz?
Tür­ki­ye gi­bi ül­ke­le­rin te­mel me­se­le­si, ken­di­le­rin­den da­ha hız­lı de­ği­şen ve bu ne­den­le on­la­rı bir tür ab­lu­ka al­tı­na alan ge­nel or­ta­ma na­sıl adap­te ola­bi­le­cek­le­ri­dir. Os­man­lı, du­ra­ğan­lı­ğı bir an­lam­da onur­lan­dır­dı­ğı, ya­ka­lan­dı­ğı an­dan iti­ba­ren “doğ­ru”dan uzak­la­şıl­ma­ma­sı ge­rek­ti­ği­ne inan­dı­ğı ve bu doğ­ru­yu da ken­di kla­sik dö­ne­min­de ya­ka­la­dı­ğı­nı dü­şün­dü­ğü için, he­men he­men her tür­lü de­ği­şi­mi za­rar­lı ta­ra­fıy­la ele al­mış; de­ği­şi­min ka­çı­nıl­maz­lı­ğı­nı id­rak ede­me­miş­ti. An­cak hoş­lan­ma­sa da bir şe­kil­de bu “sal­dır­gan de­ği­şim”e adap­te ol­mak zo­run­day­dı.
As­lı­na ba­kar­sa­nız de­ği­şim de­nen şey tam da bu­dur. Ya­ni Os­man­lı da­ha hız­lı de­ğiş­sey­di, o za­man da bir­çok Ba­tı ül­ke­si, Os­man­lı’ya ba­ka­rak de­ğiş­mek zo­run­da ka­la­cak­tı. Os­man­lı’nın ta­rih­sel ma­ce­ra­sı­nı ve­ri al­dı­ğı­mız­da, 19. yüz­yıl­da Os­man­lı’da en­te­lek­tü­el or­ta­mın, de­ği­şi­mi çok ya­dır­ga­yan bir ba­kı­şa sa­hip ol­du­ğu­nu söy­le­mek zor­dur. Ben, 19. yüz­yıl­da­ki ça­ba­la­rın çok an­lam­lı ol­du­ğu­nu ve ras­yo­nel bir de­ği­şi­mi ifa­de et­ti­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum. O an­lam­lı ça­ba­lar gü­nü­müz­de, uzak ve an­la­şıl­ma­sı zor du­rum­lar, geç­miş­te ka­lan va­ka­lar ola­rak de­ğer­len­di­ri­li­yor. Oy­sa­ki için­de bu­lun­du­ğu­muz za­man­da, geç­miş­te­ki tar­tış­ma ve al­gı­la­ma dü­ze­yin­den çok da­ha ka­ba ve yü­zey­sel bir du­ru­ma ge­ri­le­miş du­rum­da­yız.
Do­la­yı­sıy­la en­te­lek­tü­el açı­dan bir yıp­ran­ma söz ko­nu­su­dur top­lum­da ve esas kri­tik olan da bu­dur. Bu du­rum, her dö­nem için adap­tas­yon ye­te­ne­ği­ni za­yıf­la­tan da bir şey­dir. Bu ne­den­le için­de bu­lun­du­ğu­muz dö­nem­de prob­lem­ler, 1850-60’lar­la kı­yas­lan­dı­ğın­da, çok da­ha ça­tış­ma­cı, ka­ba bir bi­çim­de ya­şan­mak­ta ve bu­nun so­nu­cun­da da ik­ti­dar mü­ca­de­le­si çok da­ha çıp­lak ola­rak gö­zük­mek­te­dir.
 
Pe­ki, ak­tör­ler bağ­la­mın­da bu de­ği­şi­mi ve var olan ge­ri­li­mi na­sıl de­ğer­len­dir­mek ge­re­ki­yor?
Ön­ce­lik­le şu­nu söy­le­mek ge­re­ki­yor: Os­man­lı bi­ze an­la­tıl­dı­ğın­dan çok da­ha faz­la bir şe­kil­de taş­ra­nın di­na­mi­ği­ni ta­şı­ya­bi­len bir top­lum­sal ya­pı­ya sa­hip­ti. Ya­ni o dö­ne­min kent­le­ri, her açı­dan bu­gü­nün kent­le­rin­den da­ha zen­gin­di; bu­na en­te­lek­tü­el or­tam­lar da dâ­hil. Biz bu­gün ta­rih mal­ze­me­si ola­rak önü­mü­ze ge­len me­tin­ler­de İs­tan­bul mer­kez­li bir en­te­lek­tü­el dün­yay­la kar­şı­la­şı­yor ol­sak bi­le, as­lın­da ger­çek­te böy­le ol­ma­dı­ğı­nı bi­li­yo­ruz. Ana­do­lu top­lu­mu­nun, eğer izin ve­ri­lir­se, ras­yo­nel ve risk içer­me­yen bir de­ği­şi­me çok yat­kın bir top­lum ol­du­ğu aşi­kâr. Onun için de bu­gün­kü de­ği­şim, ya­ni Ana­do­lu’da ye­ni bir or­ta sı­nı­fın, ye­ni bir bur­ju­va­zi­nin doğ­ma­sı as­lın­da şa­şır­tı­cı de­ğil. Top­lu­ma bak­tı­ğı­mız za­man, ke­sin­ti­siz bir sü­reç ya­şan­dı­ğı­nı söy­le­mek müm­kün. Ama bu top­lum, ay­nı za­man­da si­ya­set­ten kor­kan bir top­lum…
Risk­ten ya­ni…
Evet. Bu­nu ka­nıy­la, te­niy­le, ca­nıy­la öğ­ren­miş çün­kü ve onu hiç­bir şe­kil­de suç­la­ya­ma­yız bun­dan ötü­rü. Do­la­yı­sıy­la da güç kar­şı­sın­da ge­ri çe­kil­me­nin, bek­le­me­nin, tep­ki­yi er­te­le­me­nin da­ha doğ­ru ol­du­ğu­na da­ir bir iç­sel­leş­miş si­ya­si al­gı var biz­de. Bu din­den, et­ni­si­te­den ba­ğım­sız bir şey; ya­ni bu­gün Er­me­ni ce­ma­ati­ne de İs­la­mi ke­si­me de git­se­niz, dev­let ta­nı­mı yap­ma­la­rı­nı is­te­di­ği­niz­de bi­re­bir ay­nı ta­nım­la­rın ya­pıl­dı­ğı bir ül­ke bu­ra­sı.
Top­lum­sal den­ge­ye bak­tı­ğı­mız za­man, mo­dern­leş­me­nin iki bü­yük trav­ma üret­ti­ği­ni gö­rü­yo­ruz. Bir ta­ne­si dev­le­tin, gay­ri­müs­lim­le­rin ta­lep­le­ri­ne ce­vap ve­re­me­me­si ve gay­ri­müs­lim­le­rin gi­de­rek mil­li­yet­çi­li­ğe ve ay­rı­lık­çı­lı­ğa doğ­ru kay­ma­sı, en azın­dan her bi­ri­nin içe­ri­sin­de ay­rı­lık­çı, mil­li­yet­çi bir gu­ru­bun çık­ma­sı­dır. Bu ay­rı­lık­çı grup­lar, za­man­la o dö­ne­min jan­rı­na uy­gun bir bi­çim­de, şid­de­te eği­lim­li bir ha­le gel­miş­ler; bu du­rum da as­lın­da 1900-1930 ara­sı ge­çiş dö­ne­min­de gay­ri­müs­lim­le­ri gay­rimeş­ru­laş­tı­ran res­mî ba­kı­şı te­tik­le­miş­tir. Bu ba­kış, hem en­te­lek­tü­el hem de sos­yal açı­dan mo­dern­li­ğin de dış­lan­ma­sı de­mek­tir. Zi­ra gay­ri­müs­lim­le­ri dı­şa­rı­da bı­rak­tı­ğı­nız za­man, top­lum­da mo­dern­li­ğin önem­li ayak­la­rın­dan bi­ri­ni yok edi­yor­su­nuz.
Mo­dern­li­ğin üret­ti­ği ikin­ci bü­yük trav­ma, din­le ya­ni İs­la­mi ke­sim­le il­gi­li nok­ta. La­ik­li­ği oto­ri­ter tarz­da yo­rum­la­dı­ğı­nız an­da bü­tün bir İs­la­mi ke­si­mi dış­la­ya­bi­li­yor­su­nuz ve o za­man da mo­dern­lik de­nen şey halk­sız ya­pı­la­bi­lir bir ha­le ge­li­yor; sa­de­ce yö­ne­tim ve dev­let ya­pı­sıy­la il­gi­li bir kur­gu­ya dö­nü­şü­yor. Sos­ya­li dı­şa­rı­da bı­rak­mış olan, si­ya­sa­lı da dev­let-top­lum iliş­ki­si üze­rin­den de­ğil, sa­de­ce dev­le­tin için­den ta­nım­la­yan bir ba­kış bu ve ma­ale­sef İt­ti­hat ve Te­rak­ki ile be­ra­ber ge­len bu çiz­gi, Cum­hu­ri­yet’te de pe­kiş­miş­tir. Hâ­kim eli­tist an­la­yış böy­le bir mo­dern­li­ği öne al­mış du­rum­da­dır ve bu ta­bii ki da­ha hız­lı bir mo­dern­lik­tir. Çün­kü de­ği­şi­mi top­lu­ma bı­rak­tı­ğı­nız za­man, çok da­ha har­man­la­na­cak, ma­ya­la­na­cak­tır. Dev­let eliy­le olduğunda ise da­ha hız­lı gi­di­yor­su­nuz; fa­kat bu si­zi de­mok­rat de­ğil, oto­ri­ter bir mo­dern­li­ğe gö­tü­rü­yor.
Ola­sı mo­dern­lik­ler de var­dı ve fa­kat bu sü­reç­te on­lar da or­ta­dan kalk­tı, öy­le mi?
As­lın­da ben­ce 1900 ile 1930 ara­sı dö­nem, en az iş­len­miş olan, okul­lar­da öğ­re­til­me­yen bir pa­ran­tez­dir. Os­man­lı ta­ri­hi bi­zim okul­lar­da 1900’e ka­dar ge­lir ve son­ra bir­den­bi­re Ata­türk Sam­sun’a çı­kar. Hal­bu­ki şun­la­rı da gör­mek ge­re­ki­yor: Bu dö­nem ül­ke­nin par­ça­lan­ma ih­ti­ma­li­nin ol­du­ğu, dı­şar­ıdan göç­le­rin devam etmesine rağ­men, içe­ri­de­ki­le­rin muh­te­mel bir du­rum kar­şı­sın­da ne­re­ye göç ede­cek­le­ri­ni bi­le­me­dik­le­ri ve do­la­yı­sıy­la top­lu­mun ken­di­ni dev­le­te ba­ğım­lı his­set­me­ye psi­ko­lo­jik ola­rak çok ha­zır ol­du­ğu bir dö­nem. Ya­ni “Dev­let ne yap­sa ye­ri­dir” gi­bi bir al­gı var in­san­la­rın zih­nin­de. Ama öte yan­dan kul­la­nı­lan di­lin o ka­dar da uç bir nok­ta ol­ma­dı­ğı­nı, me­se­la Bi­rin­ci Mec­lis’te­ki tar­tış­ma­lar­dan bi­li­yo­ruz. Ya­ni o dö­nem Ana­do­lu’nun her yö­re­sin­den gel­miş mil­let­ve­kil­le­ri­nin tar­tış­tık­la­rı şey­ler, bu­gü­ne kı­yas­la hem meş­rui­yet ve de­mok­rat­lık kav­ra­mı hem de top­lum-dev­let iliş­ki­le­ri açı­sın­dan çok da­ha içe­rik­li. De­mek ki her şe­ye rağ­men, bü­tün bu ya­şa­nan­lar bir güç mü­ca­de­le­si­ni tem­sil edi­yor­du. Bu güç mü­ca­de­le­sin­den bir ka­nat ga­lip çık­tı. Bu ka­nat da ken­di tar­zı­nı, her tür­lü eği­tim va­sı­ta­sı­nı kul­la­na­rak adım adım ha­ya­ta ge­çir­di.
Öte yan­dan bu ha­ya­ta ge­çir­me ey­le­mi teo­rik bir ol­gu ola­rak ka­la­bi­lir­di. Çün­kü ni­ha­ye­tin­de Bi­rin­ci Mec­lis da­ğı­tıl­dı. Ora­da­ki in­san­lar ev­le­ri­ne git­ti­ler; an­cak ko­nuş­ma­ya, dü­şün­me­ye de­vam et­ti­ler. O in­san­la­rın ya­ni Tür­ki­ye’de­ki taş­ra­nın, mu­ha­fa­za­kâr ke­si­min ar­ka pla­na itil­me­si, mak­bul bir ce­maa­tin üre­til­me­si sa­ye­sin­de ola­bil­di. Do­la­yı­sıy­la Tür­ki­ye’nin bu nok­ta­ya gel­me­si­nin se­be­bi, sa­de­ce yö­ne­ti­min oto­ri­ter bir la­ik­li­ği sa­vu­nu­yor ol­ma­sı de­ğil, bu tür bir la­ik­li­ği doğ­ru bir du­rum ola­rak al­gı­la­yan bir ce­maa­ti de or­ta­ya çı­kar­ma­sı­dır. Bu ce­ma­at ise la­ik ke­si­min ta ken­di­si­dir. La­ik ke­sim, sırf da­ha fark­lı bir ya­şam bi­çi­mi­ne sa­hip ol­du­ğu için ken­di­si­ni da­ha akıl­lı ola­rak al­gı­la­yan, bu­nun ona eği­tim yo­luy­la ve­ril­miş ol­du­ğu­na ina­nan ve bü­tün bu hi­ka­ye­nin ta­şı­yı­cı­sı olan bir ke­sim­di. Do­la­yı­sıy­la da ken­di im­ti­yaz­la­rı­nın bi­rer im­ti­yaz ol­du­ğu­nun far­kı­na bi­le var­ma­dan, bun­la­rın çok do­ğal hak­lar ol­du­ğu­nu dü­şü­ne­rek bu za­man­la­ra gel­di­ler. Ve so­nun­da da­ha eşit­lik­çi olan do­ğal hak­la­rın tar­tı­şıl­ma­sı gün­de­mi or­ta­ya çık­tı­ğın­da bir­den­bi­re ken­di­le­ri­ne hak­sız­lık ya­pıl­dı­ğı­nı dü­şün­me­ye baş­la­dı­lar.
Na­sıl ol­du da o dı­şa­rı­da bı­ra­kıl­mış olan taş­ra ken­di gün­de­miy­le ar­tık da­ha gö­rü­nür ha­le gel­me­ye baş­la­dı? Son dö­nem­de iv­me­si gi­de­rek ar­tan ça­tış­ma or­ta­mı­nın bu gö­rü­nür­lük­le bağ­lan­tı­sı var mı?
Taş­ra­nın si­ya­si kö­kü, söy­le­mi ve gö­rü­nü­mü, De­mok­rat Par­ti (DP) ik­ti­da­rın­dan iti­ba­ren ye­ni­den öz­gür­lük ala­nı bul­du. Ama ta­bii taş­ra, tek par­ti dö­ne­miy­le geç­miş 20 kü­sur yıl­dan son­ra, hiç­bir za­man ken­di par­ti­si­ni kur­mak gi­bi bir ce­sa­re­te sa­hip ola­ma­dı. Za­ten CHP’den ay­rıl­mış olan in­san­la­rın kur­du­ğu DP’ye yö­nel­di. Taş­ra­lı­lar, dev­le­tin için­de ka­la­rak, bir tür ko­ru­nur­luk sağ­la­ya­rak en azın­dan ken­di özel ha­yat­la­rı­nın öz­gür­lük ala­nı­nı ge­niş­let­mek gi­bi bir ba­kı­şa sa­hip­ti­ler o dö­nem­de; yok­sa ka­mu­sal an­lam­da ye­ni bir si­ya­set di­li üret­me ama­cın­da de­ğil­ler­di. Son­ra Ba­tı’da 68 olay­la­rı ya­şan­dı. Ba­tı bu ka­dar de­ği­şim­den son­ra da­hi, dev­rim­sel bir de­ği­şi­mi tar­tı­şa­bi­li­yor­du. Bu 68 olay­la­rı Tür­ki­ye’de hem so­lu hem sa­ğı en­te­lek­tü­el ola­rak dar­ma­da­ğın et­ti ben­ce. Çün­kü bu olay­lar, mev­cut “de­ğiş­me­ye­lim” ta­lep­le­ri­ne rağ­men, hiç­bir şe­yin da­ya­nık­lı ol­ma­dı­ğı­na, her şe­yin sı­fır­la­na­bi­le­ce­ği­ne ve ye­ni­den ku­ru­la­bi­le­ce­ği­ne da­ir bir me­saj ni­te­li­ği ta­şı­yor­du bi­zim için. Bu, bir an­lam­da kor­ku­tu­cu da bir şey­di ve bu­nun so­nu­cu ola­rak da çok bağ­naz bir şe­kil­de sol-sağ ça­tış­ma­sı or­ta­ya çık­tı. O dö­nem, taş­ra­nın ve da­ha en­te­lek­tü­el ta­ra­fı olan mu­ha­fa­za­kâr­lı­ğın, an­la­ma­dı­ğı bir dün­yay­la kar­şı­laş­tı­ğı ve si­nip ken­di içi­ne ka­pan­dı­ğı bir dö­nem­di.
Bu­nun­la bir­lik­te 80 son­ra­sı­na gel­di­ği­miz za­man du­rum de­ğiş­ti. Çün­kü bu dö­nem sa­de­ce fi­nan­sın ve pa­ra­nın de­ğil, fi­kir­le­rin de akı­şı an­la­mı­na ge­len ye­ni bir kü­re­sel­leş­me­yi içe­ri­yor­du. Ba­tı’yla et­ki­le­şim so­nu­cun­da ge­len bu fi­kir­ler, sa­de­ce ken­di­ni öv­mey­le mey­da­na ge­len bir kü­me­den iba­ret de­ğil­di; ter­si­ne ken­di­ni eleş­tir­me­yi öne alan bir ba­kı­şı ge­ti­ri­yor­du. Biz­de de o za­man bir ku­ru­cu un­sur ola­rak ken­di­mi­ze ye­ni­den bak­mak ve ken­di de­ğer­le­ri­miz üze­rin­den hem ken­di­mi­zi hem de baş­ka­la­rı­nı de­ğer­len­dir­mek gi­bi bir uğ­raş or­ta­ya çık­tı ve bu­nun re­fe­rans­la­rı ar­tık sa­de­ce İs­la­mi, mu­ha­fa­za­kâr re­fe­rans­lar de­ğil­di. Ve bu ev­ren­sel re­fe­rans­lar içe­ri­sin­den dü­şü­nen, din­dar ol­ma­ya de­vam eden ama din­dar­lı­ğı­nı ev­ren­sel bir ye­re yer­leş­tir­me­ye ça­lı­şan in­san­lar or­ta­ya çık­tı. Ve ni­ha­yet bü­tün bu kü­re­sel ha­re­ket, Ana­do­lu’da­ki ye­ni kent ha­re­ke­ti ile bir­lik­te sos­yo-eko­no­mik açı­dan da bes­len­di. Bu in­san­lar ar­tık si­ya­si alan­da da ken­di­le­ri­ne ait bir söz­le­ri­nin ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni dü­şün­me­ye baş­la­dı­lar.
Çün­kü kü­re­sel­leş­me de­di­ği­miz şe­yin so­mut si­ya­si çer­çe­ve­si ola­rak AB ve Ko­pen­hag Kri­ter­le­ri var­dı. Bu da za­ten de­mok­ra­tik ya­pı­da, ya­ni ka­tı­lım­cı, şef­faf vs. bir top­lum ima edi­yor­du. Do­la­yı­sıy­la AB ay­nı za­man­da taş­ra­nın ye­ni­den ak­tör­leş­me­si­ni müm­kün kı­lan bir şey de­mek­ti ve ni­te­kim AKP de bu­dur za­ten. AKP bir ucu AB’ye, öbür ucu taş­ra­ya do­ku­nan bir par­ti ve her iki­sin­den de sü­rek­li ola­rak et­ki­le­ni­yor ve de­ği­şi­yor. AKP, olu­şum ha­lin­de­ki bir par­ti; çün­kü ta­ba­nı kay­nı­yor ade­ta. Öte yan­dan AB de kay­nı­yor; onun da ne­re­ye gi­de­ce­ği hiç bel­li de­ğil. Ama in­san­lar böy­le ya­şı­yor­lar ve nor­ma­li de bu za­ten. Bu sü­reç­te “AB bi­ze söz ver­sin” de­mek ne ka­dar ga­rip­se, “Ana­do­lu top­lu­mu da şu la­ik­li­ği ar­tık öğ­ren­sin” de­mek o ka­dar ga­rip. Çün­kü in­san­lar kar­şı­lık­lı ola­rak de­ği­şi­yor­lar. Av­ru­pa­lı­lar şu an­da Müs­lü­man­la­rı, de­mok­rat­lı­ğı, la­ik­li­ği ye­ni­den öğ­re­ni­yor. La­ik­li­ğin na­sıl anın­da oto­ri­ter­le­şe­bi­le­ce­ği­ni on­lar şim­di biz­zat ya­şı­yor­lar Av­ru­pa’da. Biz ise bu­ra­da za­ten bu­nu 70-80 yıl­dır ya­şı­yo­ruz. Do­la­yı­sıy­la da Av­ru­pa’ya öğ­re­te­ce­ği­miz şey­ler var şim­di ve ben­ce en­te­lek­tü­el ha­yat Tür­ki­ye’de en ke­yif­li dö­nem­le­rin­den bi­ri­ni ya­şı­yor.
AK Par­ti ik­ti­da­rı sü­re­sin­ce, si­ya­set ala­nı 27 Ni­san bil­di­ri­si, 367 ka­ra­rı, ka­pat­ma da­va­sı gi­bi mü­da­ha­le­le­re ve bir kıs­mı­nı med­ya­dan öğ­ren­di­ği­miz çe­şit­li dar­be te­şeb­büs­le­ri­ne ma­ruz kal­dı. Az ön­ce bah­set­ti­ği­miz top­lum­da­ki de­rin dö­nü­şüm­le ilin­ti ku­ra­rak so­rar­sak, bu­ra­da ger­çek­te ne­yin mü­ca­de­le­si ve­ri­li­yor?
Ta­ri­hî bir çiz­gi için­de, şu an­da ya­şa­nan­lar, as­lın­da 1900 ile 1920’ler ara­sın­da açıl­mış olan bir pa­ran­te­zin ka­pan­ma­sı şek­lin­de yo­rum­la­na­bi­lir. Tür­ki­ye’nin ger­çek ço­ğun­lu­ğu, ya­ni mu­ha­fa­za­kâr­la­rı ha­ki­ka­ten bu pa­ran­te­zin ka­pan­ma­sı­nı is­ter­ler­se, bu­na ek ola­rak si­ya­si gü­cü el­le­ri­ne ge­çi­re­bi­lir­ler­se ve son ola­rak da dün­ya bu­na “evet” der­se bu pa­ran­tez ka­pa­nır. Ve bu­gün bu üç şart bir ara­da bu­lu­nu­yor ba­na gö­re. Mu­ha­fa­za­kâr­lar ar­tık kü­re­sel­leş­mek ve dün­ya va­tan­da­şı ol­mak is­ti­yor­lar. Bu pa­ran­tez ka­pa­na­cak ve san­ki bu blok ya­şan­ma­mış­ça­sı­na, bel­ki bir-iki ne­sil için­de, man­ta­li­te ola­rak ço­ğul­cu, fark­lı­lık­lar­dan hoş­la­nan bir ulus-dev­let şek­lin­de 21. yüz­yıl Os­man­lı’sı or­ta­ya çı­ka­cak. Bu­gün­kü dün­ya­nın, li­be­ra­lizm sa­ye­sin­de üret­ti­ği­ni dü­şün­dü­ğü ama şim­di dö­nüp bak­tı­ğın­da ger­çek­te üre­te­me­miş ol­du­ğu­nu an­la­dı­ğı şey, tam da bu Os­man­lı’nın ima et­ti­ği ya­pı­nın ken­di­si as­lın­da.
Pe­ki, söy­le­di­ği­niz bu pa­ran­te­zin ka­pan­ma­ma­sı an­la­mın­da AKP’-nin ka­pa­tıl­ma­sı müm­kün mü ve bu­nun so­nuç­la­rı ne­ler ola­bi­lir?
Bu so­ru bir ak­tör ana­li­zi ge­rek­ti­ri­yor. “AKP’yi ka­pa­ta­cak olan kim ve ne dü­şü­nü­yor?” di­ye me­se­le­ye bak­mak la­zım. Be­nim gör­dü­ğüm ka­da­rıy­la, bu beş se­ne sü­ren dar­be gi­ri­şi­mi çok açık bir şe­kil­de iki şe­yi bir­den söy­lü­yor: Dar­be yap­mak is­te­yen ya­pı­nın için­de bir fi­kir bir­li­ği yok (ola­bil­se za­ten dar­be çok­tan olur­du); an­cak bir şe­kil­de dar­be yap­mak is­te­yen ya­pı­nın ken­di­si (en azın­dan teo­rik ve­ya pren­sip ola­rak), AKP’nin ol­ma­ma­sın­dan ya­na. 27 Ni­san bil­di­ri­si, 367 ka­ra­rı ve bü­tün bu si­vil-as­ker-bü­rok­rat et­ki­le­şi­mi­nin hep­si­nin bi­linç­siz­ce ya­pıl­mış ol­ma ih­ti­ma­li yok bu an­lam­da. De­mek ki bu­ra­da AKP’nin üze­rin­den olan bu açı­lı­mın dur­du­rul­ma­sı is­te­ği söz ko­nu­su.
Çün­kü şu çok açık bir ger­çek: De­mok­ra­si ol­du­ğu sü­re­ce AKP gi­bi bir par­ti se­çi­le­bi­le­cek­tir ve böy­le bir par­ti ol­du­ğu sü­re­ce de AB’yle mü­za­ke­re­ler yü­rü­ye­cek de­mek­tir. Mü­za­ke­re­le­rin de­vam et­me­si; öz­gür­lük­ler ve hak alan­la­rı­nın art­ma­sı, si­vil­le­rin as­ker­ler kar­şı­sın­da­ki, top­lu­mun dev­let kar­şı­sın­da­ki ala­nı­nın ge­niş­le­me­si an­la­mı­na ge­li­yor. Bu tür­den ödün­le­rin ise bir kez ve­ril­dik­ten son­ra ge­ri alın­ma­sı ko­lay de­ğil. Do­la­yı­sıy­la ben bü­rok­ra­si­nin AKP’yi ka­pat­mak is­te­di­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum. Ama bu gö­rüş­te hem­fi­kir de­ğil­ler. Bu­nun muh­te­mel ne­de­ni ise şu çok ba­sit so­ru: Dar­be­den bir gün son­ra ne ya­pa­ca­ğız? Çün­kü esas me­se­le odur; dar­be bir gün sü­re­cek ama dar­be­den son­ra yüz­ler­ce, bin­ler­ce gün var ya­şan­ma­sı ge­re­ken ve bu bü­yük za­man di­li­mi için­de çok uta­nı­la­cak du­rum­la­ra dü­şe­bi­lir­si­niz. Ya­ni ba­şı­nı­za ne­le­rin ge­le­bi­le­ce­ği­ni bil­mi­yor­su­nuz. İn­san­la­rın si­zin­le alay et­me­si de, so­nun­da kay­be­dip bir mah­ke­me­de gö­zük­mek ya­hut o ül­ke­den kaç­mak zo­run­da kal­mak da müm­kün.
Bu nok­ta­da bir ak­tör ek­sik­li­ği mi söz ko­nu­su böy­le­si bir dar­be­nin ola­bil­me­si için?
Bu­nun ku­rum­sal bir ak­tör ol­mak zo­run­lu­lu­ğu var ve do­la­yı­sıy­la as­ke­rin bu du­ru­mu bir bü­tün ola­rak sa­hip­len­me­si ge­re­ki­yor; ak­si hal­de bu­nun ta­şın­ma­sı çok müm­kün de­ğil. Böy­le ol­sa bi­le bu du­ru­mun kül­tü­rel, sos­yal ve eko­no­mik ola­rak ta­şı­nıp ta­şı­na­ma­ya­ca­ğı bir so­run ola­rak önü­müz­de dur­uyor. Bu­nun ya­nı sı­ra or­ta­da bir hem­fi­kir­li­lik du­ru­mu­nun ol­ma­dı­ğı an­la­şı­lı­yor bü­tün bu olan­lar­dan. Hem­fi­kir ol­ma­yan bu iki ka­nat­tan han­gi­si ka­za­nır di­ye so­ra­bi­lir­si­niz ta­bi­i. Ya­ni dar­be is­te­me­yen ta­raf dar­be­ye ik­na edi­lir ve dar­be ya­pı­lır mı yok­sa o dar­be­den bir gün son­ra­sı­nın ya­ra­ta­ca­ğı bü­yük so­run­lar, bu ris­ki al­ma­mak ko­nu­sun­da di­ğer ta­ra­fı mı ik­na eder? Bu ben­ce kon­jonk­tür­le bağ­lan­tı­lı bir so­ru. Ya­ni eğer bu top­lum ve dün­ya­nın ge­ri ka­la­nı bir bi­çim­de böy­le bir dar­be te­şeb­bü­sü­nü kı­nar­sa, hat­ta da­ha da ile­ri gi­dip onu de­şif­re ede­bi­lir­se (ki şu an­da da za­ten ol­mak­ta­dır bu) böy­le­si bir gi­ri­şi­min ol­ma ih­ti­ma­li aza­lır. Çün­kü eğer böy­le­si bir ya­pı de­şif­re edil­me­ye de­vam eder­se, dış des­tek bul­ma ih­ti­ma­li yok­tur. Dış des­tek­le­rin en önem­li alan­la­rın­dan bi­ri­si NA­TO’dur. NA­TO des­te­ği­ni kay­bet­miş bir or­du­nun, or­du ol­ma vas­fı bi­le çok aza ine­cek­tir. Do­la­yı­sıy­la “Ne­yin kar­şı­lı­ğın­da bu dar­be ya­pı­lı­yor, ma­li­ye­ti ne­dir?” di­ye sor­mak du­ru­mun­da­sı­nız. Ve bu­nun çok yük­sek bir ma­li­yet ol­ma ih­ti­ma­li be­li­rir­se o za­man Ana­ya­sa Mah­ke­me­si bu da­va­da AKP’yi be­ra­at et­ti­re­cek­tir di­ye dü­şü­nü­yo­rum ve bu­na da sa­de­ce bir gün­de ka­rar ve­re­cek­tir. O gün bi­ri­si bel­ki on­la­ra ne ya­pa­cak­la­rı­nı söy­le­ye­cek­tir ve ka­rar böy­le­ce ve­ril­miş ola­cak­tır.
 
Er­ge­ne­kon ope­ras­yo­nu med­ya­da ço­ğun­luk­la ka­pat­ma da­va­sı ile bağ­lan­tı­lı ele alı­nı­yor. Bu iki­si ara­sın­da na­sıl bir iliş­ki var siz­ce?
Er­ge­ne­kon ope­ras­yo­nu­nun hü­kü­met ta­ra­fın­dan bir kar­şı ham­le ol­du­ğu­nu be­lirt­mek la­zım. Ama bu, ka­pat­ma da­va­sı açı­la­ca­ğı tah­min edi­le­rek ona kar­şı bir koz ola­rak mı baş­la­tıl­dı di­ye so­rar­sa­nız, bu­nun ce­va­bı­nı sa­de­ce Tay­yip Er­do­ğan bi­li­yor ben­ce. Bel­ki dü­şü­nen­ler var­dı böy­le bir ge­liş­me­nin ola­bi­le­ce­ği­ni. Ama öte yan­dan da %47’yle ik­ti­da­ra ge­lip Ab­dul­lah Gül’ün cum­hur­baş­ka­nı ol­ma­sın­dan son­ra, muh­te­me­len, bir­çok in­san da ar­tık böy­le bir ola­yın ger­çek­le­şe­me­ye­ce­ği­ni dü­şü­nü­yor­du. Ama yi­ne de bu Baş­sav­cı’nın böy­le bir te­şeb­bü­sü­nün ola­ca­ğı­nı he­sa­ba ka­tı­yor­lar­dır. Ta­bii bu­ra­da­ki esas so­ru, bu­na izin ve­ri­lir mi ve­ril­mez mi me­se­le­sin­de dü­ğüm­le­ni­yor.
Er­ge­ne­kon ope­ras­yo­nu­nun ar­ka­sın­da bu de­fa tüm res­mi de­şif­re ede­cek bir ira­de gö­re­bi­li­yor mu­su­nuz?
Er­ge­ne­kon’un ta­ma­men de­şif­re edil­me­siy­le il­gi­li is­te­ğin ol­du­ğu­nu söy­le­ye­bi­li­riz. Sa­de­ce hü­kü­met­te de­ğil, şu an­da la­ik ke­sim için­de de böy­le bir is­tek var. Ama bu­nun bir ira­de­ye dö­nüş­me­si o ka­dar ko­lay de­ğil. Zi­ra ata­ca­ğı­nız her­han­gi bir adı­mın te­tik­le­ye­ce­ği ge­liş­me­le­rin ne­re­de du­ra­ca­ğı­nın bi­lin­me­me­si kor­ku­tu­cu ge­li­yor in­san­la­ra. Ye­ri­ne bir şey koy­ma­dan her­han­gi bir şe­yi or­ta­dan kal­dır­ma­nız çok da ko­lay de­ğil­dir. Si­ya­si sis­tem boş­luk ta­nı­maz ve bir şe­kil­de o boş­lu­ğu dol­du­rur. Her­han­gi bir ku­ru­ma yoz­laş­ma do­kun­du­ğu an­da, an­cak o ku­ru­mu ye­ni­den ya­şa­ta­cak şart­la­rı oluş­tu­ra­rak, or­ta­ya çı­kan yoz­laş­may­la ba­şa çı­ka­bi­lir­si­niz. Bu da as­lın­da ku­ru­mun ken­di için­den de te­miz­len­mek is­ten­me­si ge­rek­ti­ği­ni ima edi­yor. An­cak o za­man bu ey­le­min so­nu­na ka­dar ger­çek­ten gi­de­bi­lir­si­niz. An­cak ger­çek­çi ola­rak ba­ka­cak olur­sak tab­lo­ya, ben pek ih­ti­mal ver­mi­yo­rum böy­le­si bir ira­de­nin or­ta­ya çı­ka­ca­ğı­na. Çün­kü yoz­laş­ma ih­ti­ma­li olan ku­rum or­duy­sa, bu ira­de­nin ger­çek­le­şe­bil­me­si çok zor­dur. Or­du­nun bu­gün sırf sos­yo-eko­no­mik alan­da­ki et­kin­li­ği bi­le bu­nun ya­pıl­ma­sı­nı en­gel­le­ye­bi­lir bir ma­hi­ye­te sa­hip­tir. OYAK gi­bi ak­tör­ler ve on­la­rın ge­tir­di­ği pa­ra­sal im­kan­lar var ha­li­ha­zır­da. Bu­ra­da kor­ku­lan şey do­mi­no et­ki­si­dir; ya­ni ör­ne­ğin as­ke­ri tar­tış­ma­ya baş­lar­sı­nız; bir yer­de eleş­ti­rir­si­niz, ama bir son­ra­ki eleş­ti­ri­nin ne za­man ve ne­re­den ge­le­ce­ği­ni bi­le­mez­si­niz. Bu ne­den­le tar­tış­ma­yı baş­la­ta­cak olan­lar, onu ne­re­de ke­se­cek­le­ri­ni bi­le­me­dik­le­ri için, hiç baş­lat­ma­ma­yı ter­cih ede­bi­lir­ler. Be­lir­li bir çiz­gi­nin al­tın­da­ki­le­rin fe­da edi­lip, o çiz­gi­nin üs­tün­de­ki­le­rin de bir şe­kil­de per­for­mans­la­rın­dan vaz­geç­me­ye ra­zı edil­me­le­ri ko­şu­luy­la Er­ge­ne­kon ar­tık bit­miş­tir de­ni­le­bi­lir.
 
TSK 27 Ni­san’da bir muh­tı­ra ya­yım­la­dı ve hü­kü­met de bu­na bir bil­di­riy­le ce­vap ver­di. Bu son ge­liş­me­ler­le bir­lik­te dü­şün­dü­ğü­müz­de or­du­nun Türk si­ya­se­tin­de­ki ro­lü­nün za­yıf­la­dı­ğı­na, gü­cü­nün ve en önem­li­si meş­ru­iye­ti­nin yit­ti­ği­ne da­ir tez­le­re ne ka­dar iti­bar et­mek ge­re­ki­yor?
EMAS­YA pro­to­ko­lü gi­bi bir ör­nek as­lın­da son 10 yı­lın hi­ka­ye­si­ni ye­te­rin­ce iyi an­la­tı­yor. Si­lah­lı kuv­vet­le­rin si­vil si­ya­set kar­şı­sın­da­ki gü­cü son dö­nem­de bu pro­to­kol­le cid­di oran­da art­tı. An­cak ar­tık meş­ru ve ka­bul edi­le­bi­lir olan de­ğiş­ti­ği için, gü­cün di­li de de­ği­şi­yor. Şu an­da med­ya­ya ve ka­muo­yu des­te­ği­ne muh­taç bir bü­rok­ra­si var Tür­ki­ye’de. Ama öte yan­dan ka­pa­lı ka­pı­lar ar­dın­da­ki her tar­tış­ma­da ağır­lı­ğı­nı bü­yük bir güç­le ko­yan, ken­di ala­nın­dan hiç ta­viz ver­mek is­te­me­di­ği gi­bi her ye­ni ge­tir­di­ği öne­riy­le bu ala­nı ge­niş­let­me­ye ça­lı­şan bir si­lah­lı kuv­vet­ler var. Her ku­ru­mun bir bel­le­ği var­dır. Si­lah­lı kuv­vet­le­rin de çok güç­lü bir bel­le­ği var ve bu bel­lek şu­nu söy­lü­yor: “Sen her za­man ha­zır ola­cak­sın, ta­ri­hin ne ge­ti­re­ce­ği bel­li ol­maz.” Son ça­tış­ma­ya müm­kün ol­du­ğun­ca güç­lü ola­rak gir­mek önem­li­dir. O yüz­den de kon­jonk­tü­re gö­re atı­lan ba­zı ge­ri adım­lar, esas eği­li­mi gös­ter­mi­yor ben­ce. Ye­ni­den ay­nı po­zis­yo­nu ka­zan­mak is­te­yen bir ba­kış sü­rek­li var ol­ma­ya de­vam ede­cek­tir bu ya­pı içe­ri­sin­de. Bu bağ­lam­da güç­süz­leş­me de­di­ği­miz şey, sa­de­ce du­ru­mun ka­mu­oyu­na yan­sı­dı­ğı nok­ta­da söz ko­nu­su ola­bi­lir. Çün­kü bu­gün ar­tık tank­la­rın yü­rü­dü­ğü bir fo­toğ­raf, öy­le ka­bul edi­le­bi­lir bir fo­toğ­raf de­ğil­dir. Tank­lar yü­rü­yor­sa, in­san­la­rın zih­nin­de bu tank­la­rı yü­rü­ten­le­rin hak­sız bir iş yap­tık­la­rı apa­çık­tır. Bun­dan do­la­yı da si­lah­lı kuv­vet­ler bu hak­sız­lık fo­toğ­ra­fı­na se­bep ol­ma­mak için, her­han­gi bir ey­le­mi­ni doğ­ru­dan de­ğil do­lay­lı ola­rak, ör­ne­ğin Cum­hu­ri­yet mi­ting­le­ri ya­pa­rak ger­çek­leş­ti­ri­yor ve­ya­hut be­lir­li ga­ze­te­ler­de, be­lir­li man­şet­le­rin atıl­ma­sı ge­re­ki­yor vs.
AKP’nin li­be­ral bir eko­no­mik al­gı­sı­nın ol­du­ğu­nu da dü­şü­nün­ce, bu par­ti­nin eko­no­mik olan­dan sıy­rıl­mış bir si­ya­si söy­lem ge­liş­tir­di­ği­ni söy­le­mek ne ka­dar müm­kün? Eko­no­mik li­be­ral­lik­le si­ya­se­ten mu­ha­fa­za­kâr­lık ara­sın­da sı­kı­şan AKP’nin bu po­zis­yo­nu, her de­fa­sın­da yi­ne­le­nen dev­let­çi an­la­yı­şın­da ne ka­dar önem­li bir pa­ya sa­hip?
Biz Tür­ki­ye’nin çok önem­li bir vi­raj nok­ta­sın­da­yız ve kar­şı­mız­da­ki tek an­lam­lı par­ti AKP ol­du­ğu için her şe­yi on­dan bek­li­yo­ruz. AKP bu söy­le­di­ği­niz du­rum­dan ni­ye çık­sın ki? Bu du­rum­dan çık­ma­sı ge­re­ken­ler var­sa, on­lar bir par­ti kur­sun­lar o za­man. Ya­ni AKP ken­di geç­mi­şiy­le, ha­yal et­ti­ği ge­le­cek ara­sın­da­ki mis­yo­nu­nu ye­ri­ne ge­tir­me­ye ça­lı­şı­yor. Si­zin de söy­le­di­ği­niz gi­bi sos­yo-eko­no­mik alan­la il­gi­li nok­ta­dan ha­re­ket ede­rek çok da­ha güç­lü bir şe­kil­de ham­le yap­ma­ya ça­lı­şı­yor; çün­kü bu alan­da­ki öz­gür­lük­le­rin bir sü­rü so­ru­nu ken­di­li­ğin­den çö­ze­ce­ği­ni dü­şü­nü­yor. İn­san­lar zen­gin­leş­tik­çe, sos­yo-eko­no­mik ha­ya­ta ka­tıl­dık­ça, et­ni­si­te­le­rin, din­le­rin iç içe geç­ti­ği bir ka­mu­sal alan üre­te­bi­lir­ler­se, baş­ka bir tür dün­ya olu­şa­bi­le­cek­tir şek­lin­de bir var­sa­yım­la­rı var muh­te­me­len. Öte yan­dan si­ya­set­le il­gi­len­me­nin ne ka­dar risk­li ol­du­ğu­nun far­kın­da­lar da bu in­san­lar ve bu­nun için ken­di iç­le­rin­de de çok ho­mo­jen bir ya­pı­ya sa­hip de­ğil­ler.
AKP za­ten, Tür­ki­ye’nin ge­çiş dö­ne­min­de çok hız­lı bi­çim­de oluş­muş, bir se­ne son­ra ne ya­pı­yor ola­ca­ğı­nı bil­me­yen, kı­sa­ca­sı yol­da dü­zü­len bir par­ti. Ters­ten ba­kar­sak as­lın­da iyi ki böy­le bir par­ti var de­me­miz ge­re­ki­yor. Çün­kü bu sa­ye­de her tar­tış­ma­yı ye­ni­den ya­pa­bi­li­yo­ruz ve yol al­ma şan­sı olu­yor il­ginç bir şe­kil­de. 301 tar­tış­ma­sı­nı dü­şü­nün me­se­la. AKP, 301’i de­ğiş­tir­mek is­ti­yor mu is­te­mi­yor mu? Hem is­ti­yor hem is­te­mi­yor ve bu her iki şık bir­lik­te ol­du­ğu için za­ten de­ğiş­me ih­ti­ma­li var bir ta­ra­fıy­la da.
Bir ana­li­zi­niz­de, Tür­ki­ye’de­ki dev­let­çi zih­ni­ye­tin mevcut du­rum­da alt edil­me­si­nin ye­ga­ne yo­lu­nun Tür­ki­ye dı­şın­da­ki bir ak­tör­le, AB’yle bir­lik­te ola­bi­le­ce­ğin­den bah­set­miş­ti­niz. Bu ana­liz baş­ka tür­den bir eli­tist-mo­dern­leş­ti­ri­ci/Ba­tı­cı ya­ka­nın ye­ni­den üre­til­me­si ya­hut yi­ne ya­ban­cı bir elin bu hi­ka­ye­ye mü­da­hil ol­ma­sı an­la­mı­na gel­mi­yor mu?
Eğer böy­le bir kay­gı­nız var­sa Ba­tı­cı ol­maz­sı­nız siz de. Şim­di şu­nu gör­mek ge­re­ki­yor: Tür­ki­ye’de bir di­na­mik var ama o di­na­mi­ğin si­ya­sal­laş­ma­sı apay­rı bir ol­gu ve si­ya­si alan o ka­dar dar ki o ala­na gir­mek­ten­se sos­yo-eko­no­mik alan­da ba­şı­nı alıp git­me, zen­gin ol­ma, ço­cuk­la­rı­nı iyi ye­tiş­tir­me vs. da­ha müm­kün gö­rü­nü­yor. Do­la­yı­sıy­la si­ya­se­te hiç bu­laş­ma­dan da taş­ra mo­dern­le­şe­bi­lir; ama Kürt me­se­le­si, Ale­vi me­se­le­si gi­bi bir sü­rü baş­ka me­se­le­le­ri­miz de­vam eder bir yan­dan da. Ve bu­nun so­nu­cun­da da Tür­ki­ye as­lın­da hâ­lâ ay­nı nok­ta­da, ye­rin­de kal­ma­ya de­vam eder. Si­vil-as­ker iliş­ki­le­ri­niz hiç­bir şe­kil­de dü­zel­mez ör­ne­ğin. Eğer bun­la­rın dü­zel­me­si, de­ğiş­me­si is­te­ni­yor­sa ta­bii ki si­ya­si ak­tör ol­ma­ya he­ves­le­nen ve bu­nun ma­li­ye­ti­ni öde­me­ye ha­zır olan bir ke­si­min or­ta­ya çık­ma­sı ge­re­ki­yor. Öte yan­dan da bu ke­si­min çok güç­lü bir en­te­lek­tü­el ze­mi­ne otur­ma­sı ge­re­ki­yor.
De­mok­ra­si, de­mok­rat­lık de­di­ği­miz kav­ram­lar, özün­de Ba­tı­cı bir yak­la­şı­mı ba­rın­dır­mı­yor mu? Öte yan­dan da ko­nuş­ma için­de söy­le­di­ği­niz Os­man­lı gi­bi ye­ni çok-kül­tür­lü bir ya­pı gelenekten ge­len “ata­er­kil­li­ği” ba­rın­dır­ma­ya de­vam ede­cek­se de­mok­rat­lık­la bu ye­ni olu­şa­cak zih­ni­yet ne oran­da uyum­lu ola­cak­tır?
De­mok­rat­lık Ba­tı­cı bir şey de­ğil ta­bii ki, o bir zih­ni­yet. Ba­tı­lı­lar da de­mok­rat de­ğil ki. Ba­tı­lı­lar şu an de­mok­rat ol­ma­yı öğ­re­ni­yor­lar. İlk baş­la­dı­ğı­mız nok­ta­ya dö­ner­sek, her şey bir adap­tas­yon me­se­le­si bir an­lam­da. Biz ata­er­ki­liz as­lın­da; bel­ki hiç­bi­ri­miz bun­dan tam ola­rak sıy­rı­la­ma­ya­ca­ğız. Ama o ata­er­kil­li­ğin bu dün­ya ev­ren­sel­li­ği için­de ya­şa­ya­bil­me­si, dün­ya­da­ki de­ği­şim­le pa­ra­lel bir şe­kil­de ye­ni­den ku­rul­ma­sı­nı, bu da ata­er­kil­lik­le de­mok­rat­lı­ğı bir­leş­ti­ren ide­olo­jik ba­kış­la­rın or­ta­ya çık­ma­sı­nı ge­rek­ti­ri­yor. Ya­ni me­se­la din­dar­lı­ğa çok da­ha de­mok­rat bir ba­kış ge­re­ki­yor; ama bu din­dar­lı­ğı yok eden bir ba­kış ol­mak zo­run­da de­ğil. Ken­di­ne öz­gü çö­züm­le­rin üre­ti­le­bi­le­ce­ği­ne inan­mak ge­re­ki­yor bi­raz da. Za­ten ha­li­ha­zır­da olan da bu as­lın­da; fa­kat biz top­lum ola­rak böy­le­si bir sü­re­cin ve­ya ey­le­min risk­li ol­ma­sı ne­de­niy­le bu­nu ter­cih et­mi­yo­ruz. Bir yer­den son­ra her za­man zo­run­lu adap­tas­yon­lar ge­çi­ri­yo­ruz ve bun­lar bi­zim sa­hip ol­du­ğu­muz de­ğer­le­re da­ha kıs­kanç­lık­la sa­rıl­ma­mı­za, da­ha faz­la içe ka­pan­ma­mı­za, mu­ha­fa­za­kâr­laş­ma­mı­za ne­den olu­yor. Oy­sa şu an­da ba­kı­yor­su­nuz, Av­ru­pa ken­di­ne de­mok­rat di­yor­du; fa­kat göç­men­ler me­se­le­siy­le bir­lik­te öy­le ol­ma­dı­ğı­nı gör­dü. Ve şim­di ye­ni­den her­kes de­mok­rat­lık üze­ri­ne dü­şün­me­ye baş­la­dı. Ya­ni bu­ra­da önem­li olan ken­di­nin bir şey ol­ma­dı­ğı­nı bil­mek ve lü­zum­suz öv­gü­ler­den zi­ya­de ya­rı­nı na­sıl ku­ra­ca­ğı­nı he­sap ede­bil­mek. Çün­kü bu ya­rın se­nin ya­rı­nın, baş­ka­sı­nın de­ğil; ama ay­nı za­man­da bu, dün­ya­nın ya­rı­nı da. Bu bi­le­şi­mi üre­te­bil­mek­tir asıl me­se­le ve Av­ru­pa da bu­nun için ça­lı­şı­yor. Biz de bu­nun için gay­ret et­ti­ği­miz­de ar­tık Ba­tı­cı­lık­tan çı­kı­yor ya­şa­dı­ğı­mız bu du­rum. Bu ar­tık ken­din­le yüz­leş­mek an­la­mı­na ge­li­yor. “Bü­tün dün­ya şu Tür­ki­ye’den iba­ret ol­say­dı, ben bu dün­ya­da na­sıl bir ya­rı­nı ya­şa­mak is­ter­dim?” Bu ka­dar ba­sit as­lın­da ce­vap­la­ma­mız ge­re­ken so­ru.

 
.
… E-kitap okumak için…

 

yitikSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:suzannur Tarih: Haz 16, 2008 | Reply

    Makinist filmini izlerken bir anda oradaki Trevor’da kendimizi gördüm. Türkiye ne kadar çabuk kendi hatalarıyla yüzleşir, kendini eleştirir ve doğru olana yönelirse işte o gün rahat bir uyku uyuyabilecek. Trevor gibiyiz ve daha da kötüye gidiyoruz. Ne zaman yüzleşeceğiz? Hataları savunmayıp evet burada bir hata var ve bunu nasıl düzeltebiliriz, diyeceğiz.
    Sen şöyle yaptın, öbürü böyle… şeklindeki suçlamalarla bir yere varamayacağımız artık gün gibi ortada. Çok temiziz, asla hata yapmayız, sadece ben haklıyım endeksli sorgulama alanımıza bir türlü kendimizi dahil edemiyoruz. En azından bu anlamda Derin Düşünce, ezberleri aşan yazılarla karşımıza çıkıyor. Bunların sayısı artmalı ve hastalığımızı bir an önce teşhis edip tedaviye başlamalıyız. Yoksa demokrasi trenini kaçıracağız ve bundan sen-ben demeden hepimiz etkileneceğiz…

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin