RSS Feed for This Post

‘Atatürk’ü Korumak’

yayla21.jpgAhmet Taşgetiren

“Bir ulus….. yiğidine ihanet ediyor.” Yiğit kim? Atatürk. İhanet eden kim?Ulus, yani millet, yani Türk milleti! “Ve Atatürk yeni yeni ölüyor” Öldüren kim? Ulus. Yani millet, yani Türk milleti!

Bu ifadelerin altındaki imza Hürriyet yazarı Bekir Coşkun.

Taha Akyol, Hürriyet’in bir başka sayfasında “Ve hangi Atatürk” isimli yeni kitabı ile ilgili olarak yapılan mülakatta, “Herkes kendine göre Atatürk kurguluyor” diyor. “Sağcı, solcu, Batıcı, Batı düşmanı, sosyalist, liberal Atatürkler kurgulanıyor. Hatta AB’ye karşı Atatürk var, AB yanlısı Atatürk var.” Ona göre Atatürk’ün farklı konjonktürde farklı tavırları olmuş, Hilafeti kurtarma söyleminden Bolşevik söylemine kadar uzanan bir insan, “O, ideolog değil, pragmatik!”

“Herkesin kendisine göre Atatürk kurguladığı” bir zamanda, Prof. Dr. Atilla Yayla, Atatürk’e “Bu adam” diye hitap ettiği gerekçesiyle “hakaret” suçundan 18 ay hapse mahkum oluyor. Mahkeme, profesörün iyi hali dolayısıyla cezayı 15 aya indiriyor. Bunun yanında Profesörün “2 yıl süreyle bir uzmanın denetiminde bulunması” kararlaştırılıyor.Hapsi biliyoruz.

“İki yıl uzman denetiminde bulunmak” yeni bir ceza türü.

Ya da, eski ifadeyle zihinsel özürlü kişilere uygulanan “Hacir altında bulundurulma” cezasının, modern kılıfa büründürülmüş şekli.

Atilla Yayla’nın, ruh halini düşünüyorum da, herhalde buna, hapis cezasından çok üzülmüştür.

Bilmem Mahkeme de onun ruh halini dikkate almış mıdır?

Yani, bu cezanın altında, “Sana öyle bir ceza vereceğiz ki, hapisten çok ezileceksin” gibi bir mantık var mıdır, bilemiyorum.

Bir bilim adamını iki yıl süreyle bir uzmanın denetimi altına vermek!

Bu bana, Sovyetler’de bilim adamlarına uygulanan “Psikolojik tımarhaneleri” hatırlattı. Yani Sovyet ideolojisi istikametinde kafa yapısını düzeltme merkezleri! Hatırlanacağı gibi bu uygulama “General Grigorenko’nun kafa yapısını tedavi” olayıyla simgeleşmişti.

Sovyetler dağıldı, bizler, 20 yıl sonra bile o yöntemleri yeniden icat etmekle meşgulüz.

Mahkeme, Atilla Yayla’nın “Profesörlük unvanının müsaderesi” ne karar verse nasıl olurdu, böyle bir “ceza” var mı bilmiyorum.

Acaba, o mahut uzman, nasıl bir denetleme yapacak Atilla Yayla’nın üzerinde?

Gülmüyorsunuz değil mi?

Daha doğrusu nasıl bir adam olacak?

Taha Akyol’un işaret ettiği hangi “Atatürk kurgulaması”na sahip olmak, Atilla Yayla’yı denetlemeye uygundur acaba?

Aklımdan “Uzman denetmen” lik için isimler geçiyor:

Üniformalı, üniformasız… medyadan, ulusalcı cenahtan… ihtilalci, demokrat…

Acaba hangisi Atilla Yayla için pan-zehirdir?

Evren mi desem, İlhan Selçuk mu, Gürüz mü, Özkasnak mı, Oktay Ekşi mi?

Bekir Coşkun nasıl olur, böyle, Atatürk’le sorunlu kişileri denetlemek için?

Gülmüyorsunuz değil mi?

Güleriz ağlanacak halimize denir böyle durumlar için?

Atilla Yayla onurlu bir bilim adamıdır.

Benim bildiğim, hakareti asla tercih etmez. Eleştirecekse gerekli dozda eleştirir. Bu eleştiri ağır da olabilir. Ama “eleştiri”dir sonunda. Ve eleştirdiğini söylemekten de kaçınmaz. Fikrini savunma haysiyetine sahiptir.

Atilla Yayla’yı “Atatürk’e hakaret” ten mahkum etmek, Atatürk’e hakarettir. Çünkü böyle bir uygulama, en çok böyle bir kanunun hâlâ Türkiye’de var olmasını garabete dönüştürür. Bir sembol ismini kanunla koruyan bir Türkiye manzarası gariptir. “Ulus….. yiğidine ihanet ediyor” demek çılgınlıktır. “Ulus”la “ulusal kahraman”ı “ulus”u feda ederek birbirinden koparmaktır. Bunun da anlamı Atatürk’ü “ulussuz” bırakmaktır. İstenen bu mu?

Garip Türkiye’nin garip işleri!

 

Kitap tanıtan kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var.  Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.

 

Aydın kimdir? Muhafaza’nın ve Değişim’in kimyası

Aydın konusu gerçekten sorunlu görülüyor. Her ideoloji, her grup kendi liderini, kahramanını aydını ilan ediyor çünkü. Tam da bu sebeple tanımından önce başka bir sıfata daha ihtiyaç duyuluyor: Reformist aydın, muhafazakar aydın, Kürt aydını, Türk aydını, vs.. Kısacası “aydın olmak” hem toprak(toplum) hem de tohum(aydın) gibi üzerinde durulup incelenmesi yazılıp çizilmesi gereken bir kavram. Değişimin adresi kabul edilen Aydın’ın tanımı konusunda muhafazakar olunabilir mi?” 130 sayfalık bu kitapta modernleşme sürecinde Aydın’ı ve Aydınlanma’yı sorgulayan bakış açıları bulacaksınız. Ama teori ile yetinmeyen,  fikrin eyleme dönüşmesini, Cumhuriyet’i, demokrasiyi ve sivil itaatsizlik olgusunu da sorgulayan yazılar bunlar. Buradan indirebilirsiniz.

 İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Tarih şaşırmaktır

Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 10 Yorum

  2. Yazan:Kamer Yalçın Tarih: Oca 31, 2008 | Reply

    “Türban” tartışmalarının arasında kaybolup giden bir haber idi sayın Yayla’nın cezasıyla ilgili haber. Emsal teşkil edebilecek bir karar çıktı. Bundan böyle ayaklar denk alınır ve öyle gelişi güzel laflar edilmez. Budur!

    2008 yılının ilk ayındayız ve günlerdir benim güzel ülkemde (bizler de içinde olarak) bir kesim batılılaşma, çağdaşlaşma, muassır medeniyet, modernleşme, demokrasi, laiklik vs. konularını konuşuyor. Akabinde benim güzel ülkemde birileri bu memlekette kadınların başına ne takacağı, nasıl takacağı konusunda modeller üretiyor. Benim güzel ülkemin güzel üniversitelerinin rektörlerinden “türban” konusunda malum tepkiler gelirken, güzel ülkemin bir bilim adamı, bir profesörü düşüncelerinden ötürü yargılanırken, sonucunda düşüncelerinin denetlenmesi kararı verilirken aynı cenahtan bırakın tepkiyi, ses dahi çıkmaması ne acıdır ve ne yaman bir çelişkidir. Fikir özgürlüğünü canhiraş savunması gerekenlerin suskunluğu beni hayrete düşürüyor. Benim güzel ülkemin güzel üniversitelerinde fikir ve düşünce geliştirmek bu kafa ile nasıl mümkün olacak, bu kafa ile nasıl batılı, çağdaş ve modern olunacak ben bu kıt aklımla anlayamıyor ve çözemiyorum. Bunu bana anlatacak biri var ise beri gelsin.

    Vel hasıl bayanlar, baylar; 2008 yılına biz bunlarla meşgul olarak başladık. Peki dünyanın güçlü, modern, batılı, demokratik ülkeleri ve bu ülklerin bilim yuvaları ve bilim insanları 2008 yılına acaba nelerle meşgul olarak başladı…

  3. Yazan:blue Tarih: Oca 31, 2008 | Reply

    Kamer hanim

    Basortusu konusundaki demokrasi taleplerimizi escinsellere ve belediye tesislerinde icki icmeye karsi cikmadigimiz icin samimi bulmayan zevat-i muhteremin ne kadar samimi olduklarini, Atilla Yayla konusundaki sessizlikleri turnusol kagidi gibi ortaya koyuyor zaten.

  4. Yazan:alperen gürbüzer Tarih: Şub 1, 2008 | Reply

    D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü VE İ S L Â M
    ALPEREN GÜRBÜZER
    DEĞİŞMEYEN HAKİKAT: VAHYE TESLİMİYET Batının filozları, akıldan hareketle ilginç sonuçlara var¬mışlardır. Bakın J.J. Rousse: “Tefekkür hali, tabiata aykırı olup, in¬san soysuzlaşmış hayvandır” der. Montaigne ise in¬sanı hasta hayvan, Marks insanı, kol ve kas gücünden ibaret gö¬rerek adeta hepsi koro halinde insanı hayvan olarak ilan ederler. Akıldan hareket eden batı mütefekkirleri kendi aralarında anlaşmışcasına insanı; hayvanın seviyesine indirmekte yarışıyorlar. Bunun yanısıra, Avrupa’da Henry Linck, Alex Carrel gibi müsbet düşünen aydınlar da var. Henry Linck “dine dönüş cağrısı” yapar adeta. Dr. A. Carrel ise insanlara “uyanın çağrısı” yaparak hürriyete davet eder. İslâm, zaten ta baştan insanı “Eşref-i mahlûkat” olarak ilan etmiştir. Vahiy, böylece insanı hürriyete kavuşturur. Filozoflar beşeriyeti hayvan olarak nitelemekle hümanist olduklarını sanıyorlar. Üstelik ahlâksızlık, özgürlük olarak takdim ediliyor. Oysa bu hürriyet değil, düpedüz nefsin hürriyetidir. Bazı aklıevveller toplumca kabül görmüş kaide ve kuralların tarih boyunca değişme¬den yoluna devam ettiğini bilmedikleri için özgürlüğün sınırsız olduğundan dem vuruyorlar. Bu arada neymiş o değişmeyen normlar diye sual edebilirler. O halde buna verilecek cevap; değişmeyen bazı normlar sadece toplumun temel direği denilebilecek nitelikte ki iffet, namus, ahlak, inanç vs. gibi kavramlar olsa gerektir. En az sınırsız özgürlüğü savunmak kadar, bu kavramların içini boşaltmakta cinayettir.
    Batı aklın egemenliğini kurdu ama, inanç daha fazla aklın kölesi ol¬maya dayanamadığından dolayı, batı insanı geçde olsa ruhunda birşeylerin eksik olduğunu hissetmeye başlayarak düşünce köleliğinin madde köleliğinden daha tehlikeli olduğunun farkına vardılar nihayet. Gerçekten de düşüncesini ve ruhunu esir eden her kim olursa olsun şahsiyetinden eser kalmayacağı muhakkak. İslâmiyet’te insan Allah’a “abd” olmakla şahsiyet kazandığı gibi, gerektiğinde kâinata meydan bile okuyabilir. Nasıl mı? İman insanı sultan eder çünkü. İmandan yoksun akli donanım ise insanı köle yapar. Demek ki; tek hakikat, Vahye teslimiyettir. Vahy, insanı kayıtsız şartsız denilen “Mutlak Hürriyet”e yelken açtırır bir kelebek misali. Şu fani dünyada her şey değişir, ama değişmeyen ve eskimeyen tek olgu ise hakikat güneşidir. Derler ki; İslâm toplumunda felsefe yoktur, doğrudur. Felsefenin olmaması bir eksiklik değil ki. İlla da fel¬sefeden söz edilecekse müslümanın felsefesi ancak vahiydir deriz. Vahiy her şeyi kuşatır gerçeği varken aşağılarda oyalanarak boşuna ömrü heba etmeye ne gerek var.. Tabular ve düşünceyi mahkûm etmek devri gerilerde kaldı artık. Tabu¬ların düşünce hürriyetinin önünde en büyük engel olduğu anlaşılmalıydı oysa. Bugünümüzü ve yarınımızı tabular üzerine kuramayız çünkü. Herşeye angaje olmamız, ya da tabuların esiri olduğumuz için hür olamadık malesef. Cemil Meriç; ‘’Tabular, tabular, tabu¬lar her adımda şuura dur emrini veren jandarma neferleri…’’ der¬ken ne kadar haklıymış meğer. Tarih hem tabu dikme hem de tabu yıkma serüveni yaşıyor. Bilge insan Sokrat, ta¬bucu zihniyetlerin kurbanı oldu ama, bugün o düşüncesiyle yaşıyor. Maalesef Sokrat düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilmiştir. Tabular birer birer yıkıldıkça insanoğlu çok daha hür hissedecektir kendini. Şahıslar ya da kurumları her ne varsa tabulaştırma girişimleri özgürlükleri yok ettiği gibi, bu arada toplumun inançlarına da büyük bir darbe vuruluyor. O halde gerek resmi tarihi gerekse resmi ideolojiyi tabulaştırmamalı veyahut ta tek hakikatmiş gibi dayat¬mamalı. Önemli olan ön görülen fikrin halkın kabülünü kazanıp kazanmamasıdır. İşte bu noktda diyoruz ki; gerçek demokratikleşme özgürlüklere kota koymamaktan geçer. Demek ki fikirlerin konuşulmasın¬dan korkulması, ya da düşünceye karşı yasak kurallar konulması hürriyetsizlik doğuruyor. Tek tip düşünce mekanizmaları oluşturmak çoğulcu demokrasiye darbedir, aynızamanda geleceğimizi karartmaktır. Artık güçlü fikirlerin serbest ortamda gelişebile¬ceğini anlamamız gerekiyor. Gerçek hürriyet bu noktada düğümlüdür. Şöyle ki; Rasûlullah (S.A.V.) Medine sözleşmesiyle, farklı düşüncede ve farklı kimliklere sahip topluluklarla beraber nasıl yaşanabileceğinin formülünü vermiştir insanlığa. Peygamberimiz (S.A.V.) Medine’de gayri müslimlerle bir arada yaşama ahdini gerçekleştirdiği za¬man, müslümanlar, sayıca yüzde 10’a tekabül ediyordu. Müslü¬manlar bu durumda, diğer zümrelere nazaran azınlıkta idi. Bu nokta da Resûlüllah’ın (S.A.V.) azınlık durumunda iken nasıl yaşanılır, nasıl ilişkiler kurulabilmenin metodlarını “Medine Vesikası” ile kayıt altına almıştır. Mekke’nin fethi ile ise yüzde yüz müslümanların hâkim olduğu belde haline gelince bu durumda Peygamberimiz (S.A.V.) inananların kendi aralarında kardeşce nasıl hayatlarını idare edilebileceklerinin me¬todlarını ve uygulamalarını vahiy ışığıda göstermiştir. Demek ki temsil noktasında Mekke yüzde yüz müslümanların, Medine ise yüzde doksan fark¬lı kimliklere sahip topluluklarla birarada bulunmanın ve onlarla nasıl yaşanabileceğinin örneğini teşkil eder. Şu halde bu gerçeklerden hareketle günümüzde de var olan çeşitliliklerimizi hayata ve siyasete yansıtmaktan ve farklı eğilimlerin varlığından korkmamak gerekiyor. Burada dikkat edilmesi gereken bütünü karşıt hale getirmeden bir arada karşılıklı saygı çerçevesinde yaşayabilme ortamını hazırlamayı başarabilmektir. Maalesef dünyaya tek pencereden bakıp tekelci görüşlerin etkisiyle kendi kendimizi “sevr”e mahkûm ediyoruz adeta. Üstelik tek tip düşüncelerle geleceğimizi aydınlatamadığımız gibi, habire tota¬liter anlayışların türemesine bilerek veya bilmeyerek de olsa yardımcı oluyoruz. Öteden beri totaliter rejimlerde çoğulcu fikirlere özgürlük tanınmadığı bir sır değil, onların genlerinde mevcut kazınamaz da, bari onların değirmenine su taşımaktan uzak kalalım, o bile faydalı olur sanırım. Allah (C.C.) Kur’an-ı Ke¬rim’de, “Renklerinizin birbirine uymaması Allah’ın ayetlerinden¬dir” (Er-Rum 12) buyuruyor. Bütün bu gerçekler ışığından hareketle farklılıkları tabii karşılamalı. Özgürlük insan şahsiyetinin güç¬lenmesini sağlayan en etkili unsur olup, tek hakikat benimkidir duygusundan sıyrılarak kendi dışındaki insanları da anlamaya çalışmasını sağlar. İslâmiyet’in özgürlükle problemi yok, bilakis fikir hürriyetini irşâd vasıtası olarak görür dinimiz. Birlik ve bütünlük güzel bir olgudur. Aynı zamanda birlikte olmak farklılıkların bir bütünüdür. Sosyal hayatta farklı düşünceler, fark¬lı fikirlerin olması tabiidir, mavcutta olacaktır her daim. Çoğunluğa dayanan fikirler azınlıklara karşı tahakküm ve dayatma kurmaya kalkıştığında, orada ne fikir özgürlüğünden ne de de¬mokrasiden bahsedilebilir. O halde hürriyet ortamını oluşturmalı ve özgürlük uygulamalarına bir an evvel geçilmeli ki; aklı hür, vicdanı hür nesil doğabilsin. Aslında problem özgürlükte değil, tüm mesele devletin birey karşısında güvence altına alınıp, ama bireyin devlet karşısında özgürlüğünü tam anlamıyla elde edeceği yasaların çıkmaması, ya da çıkan yasaların tat¬bikata konulamamasında kilitli.. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız “Medine Vesikası”ndaki mesajı iyi anlamak gerekiyor. Osmanlı, Resûlüllah’ın (S.A.V.) özgürlük uygulamalarını kavrayabilmiş ve farklı kim¬likteki toplulukları 600 sene idare edebilmiştir bu sayede. ABD’de de Osman¬lı’yı örnek almıştır. Amerika’da 167 din, bir o kadar da dil’i olan insanı bağrında taşımaktadır. Etnik farklılıklar bölücülük olarak telakki edilmemeli bu yüzden. Azınlıklar bir bütünün parçaları olarak algılan¬malıdır. Elbette alt birimler tek başına millet olamaz, ama azınlıkların da varlığından gereksiz yere endişe ve kaygıya kapılmamalı. Yasak kurallarla bir yere varılama¬yacağını ve dayatmacı yöntemlerin kitleler üzerinde tahrik edici etki yaptığını idrak etme¬liyiz artık. Fikirlere pranga vurdukça etkisiz duruma gelmez, aksine yer altına çekilmelerini¬ ve örgütlenmelerini sağlamış olursunuz. Nasıl ki Anadolu da dokunan her bir kilimin ayrı ayrı desenleri varsa, her ülkeninde farklı kimliklere sahip topluluklarının da olması tabiidir. Madem kilim üzerindeki farklı desenleri normal karşılıyoruz, o halde bir milletin bağrında yaşayan fark¬lı kimliklere ve farklı kültürlere sahip topluluklara da aynı gözle bakmak mecburiyetindeyiz, hepimiz insanız çünkü. Farklılıkların, bölücülük olmadığı ya da ayrı-gayrı nitelenmediği ortamlar, sağlıklı ve daha çoğulcu demokratik ortamlar¬ olduğu gerçeğini yaşamak bugün değilse, şu halde ne zaman?
    Başkalarını cennetlik görmedikçe, kendimizi cehennemlik endişesi kaplayacak, hakeza başkalarını cehennemlik görmek de, kinimizin ve öfkemizin dışa yansıması anlamına gelecektir. Bu yüzden İslâm tasavvufunda, “her geceyi Ka¬dir bil, her gördüğünü Hızır bil” düsturu esasdır. Başkalarını cehennemlik görmek düşüncesi kararmış ruhun bir yansıması olarak meydana gelen bir hürriyetsizliktir. İnsanları Hızır olarak algılamakla insan şahsiyetinden değer kaybetmez, bi¬lakis yücelir, kelebek misali ötelere uçarız. Hatta Hızır algıladığımız kişilerden biri Hızır çıkarsa, çok da faydasını görürüz. Nasıl mı? Arifler der ki: Veliyi görende Velidir.” Bu güzel veciz söz, müjde niteliğinde olup, etrafımıza, çevreye ve Allah dostlarına hüsnü bakışımızın velayete sebep teşkil edilebileceğinin ifadesidir. Batının sözde hümanistle¬rinin bizim engin tükenmez sevgi dolu kaynaklarımızdan birçok alması gereken insanlık dersleri var. Hala Batı klasikle¬rinde geçen başkaları cehennemlikdir düşüncesi hâkimdir. Nitekim Marksizm batı klasiklerinin daha da ilerisine giderek, başkasının ölmesinde hayat buluyor ideolojisini. Başkaları da bu öğretilerden yola çıkarak ister istemez düşüncelerini silah namlularının üzerine kuruyor. Bu yüzden Devrim kanla yazılır sloganına sarılmışlardır. Vahyin ışığında müslümanların bakışı böyle değil, Onlar en son rahmet Peygamberinden aldıkları feyizle “başkalarını cennetlik görmedikçe, kendilerini cennetlik görememek” düşüncesini ilke edindiler. Onun için diyoruz ki, bütün insanlığın İslâm’a ihtiyacı vardır. İnsan yanlız İslâmiyet’te eşrefi mahlûkattır, yani yaratılmışların en üstünüdür. Mevlana’nın Kur’an ışığında insanlığa; Ne olursan ol Yine gel çağrısı yapması manidardır. Gerçek manada Hümanizm de bu¬dur zaten. HÜMANİZM Batı, kaybettiği dinlerin yerine bir put icad etmiş, o da hü¬manizmdir. Çirkinliklerini, işledikleri sayısız cinayetleri ve zulüm¬leri örtbas etmek için ileri sürdükleri bir kavram oysa. Kavramdan çok bir kılıf, istediği ortama göre renk ve şekil alan kelime sanki. İslâmiyet’te insan Allah’ın bir mukaddes emaneti olup, balçıkla ilahi ruhun birleşiminden meydana gelmiştir. Allah (C.C.) meleklere, ‘’Yeryüzünde kendime bir vekil yaratacağım’’ beyan buyurarak insanın görevini belirlemiş böylece. Bu ilahi hitab karşısında insan bir cihetiyle zirveye (ruha) bir yönüyle de aşağılığa (çamura) gi¬den yol ayırımında, o halde tercihini ve tavrını ortaya koymak zorundadır. Allah’a kul olmanın idrakinde olan bir insan yüceliğe, maddeye tapınma durumda olan insan ise çürü¬meye ve durgunluğa meyleder. O halde ne yapmalı? Elbetteki insanın biricik yapması gereken ‘’Emribi’l maruf’’tur. Allah insanı iki kutuplu yaratıp sonra ona isimlerini öğretmiştir. Artık insan, bu isimler sayesinde eşrefi mahlûkat olabilmiştir. İşte ateşten yaratılan meleklere üstünlüğü bu noktada düğümlüdür. Bu noktada insana üstünlük kazandıran sırrın isim sahibi olmasından dolayıdır. İsim, aynı zamanda bilgi demektir. İnsan iyi analiz edildiğinde Allah’ın isimlerinin tecellisini insanda görmek mümkündür. Kul mü’min olunca gerçek kimliğine kavuşur çünkü. Beşeri münasebetlerde tek başına mevki ve makam belirleyici üstünlük değildir. İnsana üstünlük veren sadece takvadır. Dilenciyi halifeye eşit kılan güzellik, insanın mü’min olmasında gizli. Yani Mü’mini mü’mine eşit kılan müslüman olma şerefidir. İn¬san eşref-i mahlûkattır diyor zaten İslâmiyet. İnsanlaşmak ırk ve kan kanunlarından sıyrılmak demektir. Allah Rasûlü (S.A.V.), Veda mesajında ne Arab’ın Acem’e ne de Acem’in Arab’a üstün olamayacağını bildirmiş ve tek değerin ‘’Takva’’ olduğunu vurgulamıştır. Humanizm biyolojinin hego¬manyasından kurtulduğu takdirde bir değer ifade eder. Hâlâ insanları ırkı, dini ve kültürel farklılıklarından dolayı kınanıp bu uğurda kan dökülüyorsa, hüma¬nizm kavramı bir maske olmaktan öteye geçemez. Oysa kan ve ırk daha çok biyolojik mefhum. Kardeşliğin ölçüsünü kan ve ırk belirleyemez, yığını millet yapan kan değil, inançtır bu böyle biline. Şeytan yüksek bir tepeden Âdemoğluna bütün ihtişamını göstererek şöyle çağrıda bulundu; ‘’Bana secde et, bu nimetlerin hepsi senin olsun’’ diye. Hele şükür Hz. Âdem (A.S.) bu çağrıya boyun eğmedi, ama günümüz in¬sanı Adem (a.s)’ın karşı tavrından ziyade şeytanın sesine kulak veriyor sanki. Gerek İzm’lerin türemesi gerekse maddeye bağımlı insanların çoğalması, şeytanı rehber al¬malarına neden oluyor. Marksizm, kapitalizm ve faşizm gibi ideolojiler fikir kulübü olmaktan öte, herbiri şeytanın çağrısını kabul etmiş ürünler olarak misyonlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Bu yüzden eko¬nomik buhranların ve maddi ihtirasların çocuğu olan ideolojiler, insanlığa kan, zulüm ve gözyaşı getirmekten başka bir şey katamıyorlar. Kapitalizm burjuva sömürüsünü örtbas için, komünizm köle¬ciliğini saklamak için, faşizm de lidere tapınmayı gizlemek için hep bir ağızdan koro eşliğinde ‘’Hümanist’’ olduklarını beyan etselerde inandırcı gelmiyor kitlelere.. Kimileri ‘’yenidünya düzeni’’, kimileri de ‘’glasnot-perestroika’’ sloganlarıyla hü¬manist tavır sergiliyorlar. Nitekim Kapitalistler kitlelerin ‘’özgürlük’’ ih¬tiyaçlarını, sosyalistler de ‘’sosyal adalet’’ isteklerini istismar ederek bugüne kadar bu işi yürütmeyi kısmende olsa başarabildiler. Şimdiler de ise yeni istis¬mar kaynakları bulmuşlar olacaklar ki kan ve revan içinde yüzen insan¬lığın huzur ihtiyacını gidermek adına ‘’hümanizm’’ kılıfı ile kitleleler yönlendirilmeye çalışıyorlar. İslâm insanı komünizm gibi cemiyete kurban etmemekle beraber, burjuva patronlarına da esir bırakmaz. ‘’Allah’ın eli toplu¬luk üzerine’’ diyerek toplumculuğu, ‘’Mü’minler omuz omuza yas¬lanmış binalar gibi’’ buyurarak da fertçiliği esas almıştır. İslâ¬miyet ne sırf toplumcu, ne de fertçidir. Her ikisinin de birlikte, bir arada işlerlik kazanması İslâm’ın tasvibidir. İnsanlar kabiliyetleri çerçevesinde değere hak kazanmalı. Sosyalistlerin, liyakatları gözardı ederek tam eşitliği savunmaları abesle iştigaldir. Çünkü realite eşitlik kabul etmez, fırsat eşitliğinden söz edilebilir ancak. Faşizmde ‘’führer’’ kabul ettiği lideri tabulaştırarak insanların insanlarla ilgisini kesmeye çalışmıştır. Çağımızda Faşizm ve Nazizm özentilerine benzer hareketler yeniden ‘’şefe tapınma’’ duygusunu doğurabileceğe benziyor. Tarih tekerrür ediyor, bir yandan put dikme bir yandan da put yıkma şeklinde tezahür ediyor. Lider sultacılığının hüküm sürmesi, geleceğimizi karar¬tıyor. Eskiden insanların kendi eliyle yaptıkları heykellere tapınma duygusu, şimdilerde lidere tapınma şekline dönüşmüş gibi. Batı, rönesansla aklın hâkimiyetini kurdu. Fakat in¬anç aklın egemenliğine dayanamadığından sonunda batı hümü¬nizm putuna sarıldı. Hümanizm kuru kavram görevi ifa ettiği için insanlığın susuzluğunu gideremiyor. Batı inançtan boşalan yeri hümanizm ve politika gibi kavramlarla doldurmaya çalışıyor habire. Bir türlü ‘’vahy’’e yönelemiyorlar. Aklın esaretinden çıkıp da akıl üstü hakikatı göremiyorlar birtürlü. Yine de birtakım sinyaller, insanlığın yeniden “din”e döneceklerini gösteriyor. Resûlüllah (S.A.V.); ‘’Bir gün gelecek bütün insanlar müslüman olacaktır’’ buyuruyor. Bernad Sohw ise ‘’Mustakbel Avrupa’nın dini İslâm’dır’’ diyor. Bernad Sohw’¬un aksine ‘’biz hayvanız korosu’’ çalan aydınlar da var. J.J. Rousseu, tefekkür halinin tabiata aykırı olduğunu, insanı soysuz¬laşmış hayvan olarak niteler. Montaigne de; ‘’insan hasta hayvan’’ der, V. Freud ise insanın yüce değerlere doğru meylini patolojik olarak değerlendirir. Psikoloji dalında ün yapmış İvan Pavlov ise ruh, şuur, düşünme gibi kavramların yerine şartlanmayı oturt¬muş, Marksistler de insanı kol ve bilek gücünden ibaret görmüşlerdir. Bütün bu olumsuz beyanlara rağmen Hunry Zinck gibi ‘’Dine dönüş çağrısı’’ yapan düşünen aydınlar ile Dr. Alex Carrel gibi ‘’Ey İn¬sanlar uyanın’’ çığlığıyla seslenen bilge dahiler de var. Düşünen insana hürmetimiz sonsuz. Ama şartlanmış ve programlanmış insana asla. Resûlüllah (S.A.V.), bütün sahte mabudlardan insanlığı kur¬tararak Allah’a döndürmüştür insanlığı. İnsanların gönlüne hâkim olama¬yan sahte ‘’hümanist’’ler insanın bedenini hayvanla eş değer muame¬leye tabii tutmaktadırlar. Oysa insan tek başına fuar gibi, hem nur hem de nardır. Şeytanların hepsi isyankâr, insanlar ise hem asi hem de itaatkârdır. İnsan bir isim değil pekçok isimlerin mu¬hatabı. Onun için melekler hep masum ve günahsızdırlar. Yani insanı melekden ve şeytandan ayıran nokta hem celal hem de cemal sıfatlarına sahip olmasıdır. Şeytan yanlız celal sıfatına haiz, melekler ise cemaldırlar. İnsan dünyaya teşrif eder etmez cemal Habil’de, celal ise Kabil’de zuhur etmiş. Hz. Mevlâna bu konuyu şu güzel sözleriyle açıklıyor: ‘’İnsanın ruhunu iki emdiren unsur var; biri melektir, biri de şeytandır.” Gerçekten, insanı sırf hayvan olarak görmek isteyen bir kısım maddeci batı aydınlarıyla, insanı bütün yönüyle eşrefi-i mahlûkat olduğunu açıklayan Mevlâna çok farklı. Yine Mevlâna; ‘’Hayvan hayvanlığı ile melek melekliği ile kur¬tuldu. İnsan ise ikisi arasında yalpalayıp duruyor.’’ beyanıyla meseleyi vuzuha kavuşturuyor.
    Bugünün insanını imandan alıkoymak için önüne konulan her türlü tuzaklara rağ¬men, inanan insanı yok edemediler. Müslüman sonsuzluğa vurgun¬dur, tabiki yok edemezler. Kutsala dönüş olacak mı sorusuna, Daniel Bell; ‘’Hiç şüphem yoktur.’’ cevabını vermiştir. İşte bizim hümanizmden anla¬dığımız bu sözlerde gizli. Kutsala dönüş elbet olacak ve Allah (C.C.) nurunu tamamlayacağını vaad ediyor çünkü.

    BUHRANLARIN VE TEZATLARIN ÇOCUĞU BATI DÜŞÜNCESİ Hz. Mevlânâ mesnevide özetle şöyle der: ‘’Düşünce kınan¬maz” (muafaze edilmez). İnsan içi hürriyet alemidir. Düşünceler latiftir, onlar hüküm olunamaz: ‘’Biz görünene hükmederiz, sırları ancak Allah bilir’’ (hadis) buyrulmuştur. Düşünceler, içimizde ol¬dukça adları sanları ve alametleri yoktur. Bu yüzden de onların ne kafirlikleri ne de müslümanlıkları hakkında hüküm verilmez. Hiçbir kadı var mıdır ki? -Sen içinden böyle geçirdin (yahud) gel, içinden böyle düşünmediğine yemin et desin. Diyemez. Çünkü kimsenin içine hükmedilemez. Düşün¬celer havadaki kuşlar gibidir. Cümle, ibare ve söz haline geldiği andan itibaren iyiliğine ve kötülüğüne hükm olunabilir. Allah (C.C.) ise bütün alemlerin fevkiindedir ve ne içte ne de dıştadır. Hindli, Kıpçak, Anadolu ve Habeş hepsi de mezar¬larında bir halde ve aynı renktedirler. “En güzel şekil olan insan şekli arştan da üstündür, düşün¬ceye de sığmaz. ‘’(Mesnevi, C.1) Mevlânâ, ne güzel ifade ediyor. Mesnevi okuyucuya, in¬sanlığa hürriyet dersi veriyor ve insanın iç dünyasını hürriyet alemi olarak ilan ediyor. Adeta düşünce dersi veriyor, düşüncenin kınanmayacağını vurguluyor. Ancak, düşüncelerin söz cümle, ke¬lime, yazı haline geldiğinde hakkında yorum yapılabileceğini be¬lirtiyor. Ayrıca bütün etnik farklılıkların toprakla aynı renge bürüne¬ceğini ve insanın düşüncenin de ötesinde olduğunu bildirerek, gerçek ‘’Hümanizm’’i ortaya koyar. Batıda hümanizm sözde in¬sanlık olarak ileri sürülür. Kelimeden çok bir oyun sanki. Belkide tarih boyunca işledikleri cinayetleri örtbas için uydurulmuş yeni bir put. Batı, ilk önce aklın kuyruğuna takıldı. Sonra aklın hakimiyeti altında köle olunca kaybettiği ruhun yerini dolduracak bir meta aradı. Güya aradığını buldu; Hümanizm!. Vahye inanmayanlar ister istemez bir din peşinde koşacaklardır, bu kaçınılmaz. Bu gidişle ilahi dinlerden uzaklaşan insanoğlu suni dinler icad etmeye devam edeceğe benziyor, Komünizm, faşizm, hümanizm vs. gibi. Şu bir gerçek ki; ‘’islamiyet’’ sönmeyen ışık olarak kıyamete kadar devam edecektir. Kur’an düşüncedir, ışıktır, musikidir. Ondan bütün insan¬lığın alacağı ışık vardır her daim. Ruhunun susuzluğunu gidermek için Kur’an’ın kelamına ihtiyaç var. Kur’an kelamı önce Hira’da ‘’oku’’ emri ile yankılandı, Mekke’de kıvılcımlandı ve oradan da bütün Asya’yı aydınlanmış, şimdi de bütün dünyayı aydınlanıyor. Kur’an, bütün alemi susuz¬luktan kurtaran, milyonlarca insanı kurtaran engin kaynak. İslâm, ırk¬lar arasında, inançlar arasında birarada nasıl yaşanabileceğinin formüllerini asırlar öncesinden ilan etmiş ve böylece yetiştirdiği ulemaların hemen hepsi insanlığın gönül sultanı olmuşlardır. Bizdeki insan sevgisi şuuru ile batıdaki hümanizm (sözde insa¬niyetci) anlayışı çok farklı. Batı hümanizmi; kaba, yapmacık olup, düşünceleri dünyanın dörtte üçünü kirlettiği kölelik siste¬mi üzerine kuruludur.
    Vahy’in soluğu, sevgilinin bakışlarındaki pırıltı, gönüllerdeki heye¬can ve karşılıksız sevgidir. İşte gerçek hümanizm budur. Doğu’yu batıdan ayıran bariz fark sevgidir. Yani, sevgi yüksüz akıldan mahrumiyet batının içine düştüğü çıkamadığı bir kuyudur. Oysa sevgisiz akıl neye yarar ki? Hatta bizde Cebir’in, batı da ise Geometrinin neşvünema ve filiz vermesi bunun isbatıdır. Anlaşılan biz şekilden ziyade öze önem vermişiz.
    Osmanlı tefekkürde ‘’tek’’di. Dolayısıyla düşünceye ihtiyacı yoktu, Kur’an ve sünnet Ona fazlasıyla yetiyordu. Osmanlı yaptığını kaleme, yazıya dökmemiş, ama teşkilatıyla, icraatıyla, fiiliyatıyla, yaptıklarıyla ‘’düşüncesini’’ ortaya koymuştur. Bir nevi düşünce uygulaması göstermiştir tüm dünyaya. Osmanlı da sadece düşünce adamına sıkıntılı dönemlerde yani çöküş sürecinde ihtiyaç duyul¬muştur. Osmanlı gevezeliği vakarına yakıştırmaz, daha çok ‘ayinesidir iştir, lafa bakılmaz ’’ düsturunu esas almıştır kendine. Kelimenin tam anlamıyla Os¬manlı, düşünce kalıbına da sığmaz, düşüncenin üstüne de çıkmayı bilmiş¬tir. O bir ahlâk ve icraat dersi verir insanlığa adeta. Onun için Osmanlı’nın düşünceye mahkum değildir. Hatta kullandığı argümanların hiçbiri düşünce taşımıyordu, sadece fikir ihtiva ediyordu. Fikri de zikrinin gülü olarak değerlendirip irşâd vasıtası olarak görüyorlardı. Cemil Meriç; ‘’Düşünce, buhranların ve tezatların çocuğudur’’ derken bu gerçeğe işaret eder. Avrupa, buhranlı ve tezatlı dönemlerin girdabında yaşadığı için sürekli bir yandan filozof, diğer yandan da felsefe ürettiler. Ürettikçe de şüphe girdabından çıkamadılar. Doğu’da ise şüphecilikten pek eser görülmez, Pey¬gamber nefesi ve kokusu doğu insanına yetiyor, artıyor bile. Onun için bir tarihçi; ‘’Peygamberler Asya’nın, yorumcular Avrupa’nındır’’ der. Avrupa kesretten vah¬dete ulaşamadığından huzursuzdur hep. Doğu gönlünde vahdeti yaşamıştır hep. Nitekim, Osmanlı’nın yükselişinde vahdet sırrı söz konusudur. Batı’da ki fi¬lozofların birçoğunun hayatı incelendiğinde herbirinin zıtlıklarla dolu ortamın ürettiği çocuklar olduğu görülecektir.. Onların kurdukları sistemlerde zaten çelişkiler üzerine kurulu olduğu için insan¬lık ellerinde oyuncak misali huzura kavuşamadığı gibi har vurulup harman savruluyor. Felsefeleri adeta yalanlar zinciri ağı ile örülü. Her icad edilen felsefe bir öncekini yalanlayarak kuruluyor çünkü. Böylece yalan ve uyduruk reçetelerle oyalatılıyor insanlık. Felsefe, belki aklı fethetti, ama gönlü fethedemedi. Zaten isteseler de fethedemezler, kalpler katılaşmış çünkü. Bu yüzden akıl gönlü idrak edemez, vahiy değil ki.. Vahiy her şeyi kuşatır, akıl bütün değil parça(cüz)dır. Kur’an aklı, düşünceyi fethettiği gibi, gönlülleri de ihata eder. Dolayısıyla gerçek bilgeliğin marifet, vuslat ve aşk olduğunu Kur’an sayesinde ögrendik. Demek ki; kurtuluş kesretten vahdete geçişle mümkün olabiliyor. Hasılı; Huzur Vahdette..
    İsl¬âm düşüncesinin en büyük zaferi, değişmeyeni kavra¬masıdır. Batıda felsefeler sürekli değişmiştir. Denemedikleri bir şey kalmadı, bir türlü ideale ka¬vuşamadılar. İslâm ise tek değişmeyen hakikat olmuştur. Bütün çağlara hitap eden ve çağlar üstü şemsi bir güneşdir. İnsan, İslâmiyet sayesinde ahsen-i takvime (yaradılmışların üstünü) yükselip, batının felsefesiyle de esfel-i safiline (hayvandan da aşağı) inmiştir. Hayvan ruhu, hayvani aşkla, insan ruhu ilahi aşkla dirilir. Allah aşkı varoluş sebebidir. İnsan kendi ‘’ego’’sunda boğulmak için yaratılmamıştır. Allah’a ‘’abd’’ olmak var oluşdur aynı zamanda, gerçek hürriyette budur zaten. Felsefeciler bugüne kadar bol bol ideoloji ürettiler de ne oldu? Her üreti¬len ideoloji barış ve huzur getiremedi insanlığa.. Onların savaşının yemişi kan’dır. Bizim savaşımız ise Nizâm-ı Alem’dir, barış ve huzurdur. Batıda inançtan boşalan yeri felsefe ve ideoloji ile telafi edilmeye çalışıldığından dolayı kanayan yara devam edeceğe benziyor. İdeoloji¬leri bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde fikirleri, ülkeleri maşa ve alet olarak kullanılan bir silah adeta. Belki de insanlığın kultuluşu ideolojilerden ve ‘’izm’’ illetlerinden kurtulmakla sağlanacaktır. Bütün ‘’izm’’lerin korkusu İslâm’ın yeniden medeniyet olarak doğma endişesi galiba, İdeolojilerin bütün telaşı bu. Çünkü izm’ler özden mahrum oldukları için insanlığa huzur veremiyorlar. Nasıl versin ki, metafiziği yok, üstelik ufkuda kilitleyen bir sürü ellerine tutuşturulmuş bir sürü broşürleri var. İdeolojiler her zaman hakikatin söylenmesine izin vermezler de. Çünkü düşünceleri yalan üzerine kurulu. Kurdukları sistemlerle dünyayı gözyaşına, kan gölüne vs. çevirdiler. İzm’ler yönetiyor insanları, namlular tek ko¬nuşan rehberleri. Aydın hep ezberlediği nakaratları durmadan tekrarlıyor. Oysa evren çok sesli senfoni: Aydının tek bildiği şey, kendi çalıp kendi dinlediği çalgısı, Va¬hiyden bihaberler!
    Düşünce tek tip olamaz, alemşümüldür. Düşünce yerli olamaz, hem alınır hem verilir. Bizim düşüncemiz; Vahiy, batı düşüncesinin ise felsefe üzerine kurulu olduğunu belirtmiştik. Batıda fel¬sefe, doğuda aşk, sevgi, müzik ve ruha ait herşey. İşte batı ile doğuyu ayıran iki çizgi; biri fıtri olanı diğeri sonradan icad edileni ölçü alması. İlla da felsefe deniliyorsa, yukarda da belirttiğimiz gibi, bizim felsefemiz Vahiy’dir. Batıda felsefe vardı da neyi halletti ki? Grek medeniyetinde düşünce gelişmiş, ama adalet geliş¬emedi, insanlık kan ağlıyor hala. Adalet ancak İslâmiyet’le mümkün, cahiliye dönemi katı kalpli Ömeri adalet timsali yapan ruh İslamın tılsımıdır. GELECEK İLİM VE TEFEKKÜRDEDİR Düşünce bütünü kucaklayabilirse bir anlam ifade eder. Bütünü kucaklayamayan fikirler düşünce olmaktan çıkar zıvane rol oynarlar. Tek tip düşüncenin tek meşalesi gevezelik olur sadece. Düşünce, dünü yarına bağla¬yabiliyorsa İslâmiyetin kabulüdür. Bütünlükten mahrum düşünce sistemleri birbirini yalanla¬yarak ideoloji üretmişler sürekli. Karalama yoluyla hiçbir yere varılamaz. Batının nassları akıl, ideoloji, felsefe vs. İslâm’ın nassları ise Kur’an ve hadistir. Aslında her ikisi de nass (prensip) sahibi, ama Kur’an ve hadis bütünlük arz eder, yani dünü yarına bağlar, diğeri ise bütünden bihaber! Her devirde batı düşünce sistemi her biri ayrı bir ekol, köksüz ve ge¬lenekten uzak nass’lardır. Oysa yaşayan toplum ‘’kökü mazide olan ati’’dir. Toplum bile herzaman bütünlük arz eder. Öyleyse, bütüncül fikirler topluma nakşedilmeli. İnsanı hiçe sayan ideolojilerin varacağı tek yer, insafsız avcıya hizmet olacaktır elbet. Batı, Hümanistleri tarif ederken Yunan metinlerini tercüme eden arayıcılar olarak tanımlar. Hatta Rönesansın, Hümanistler sayesinde gerçekleştirildiğinden bahsedilir. Doğruluk payı var olmasına var ama,bir şey eksik Hümanistlerin sözkonusu metinleri kimden aldıkları gerçeği.. Bilindiği gibi Roma Yunan’ı mahvetmiş, barbarlar da Roma’yı yık¬mış. Dolayısıyla Hümanistler bu iki yıkılan Roma ve Yunan medeniyete ulaştırıcı vesikaları Araplardan alarak ülkelerine taşıdılar, şayet o kayanakları kendi ülkelerine taşımasalardı Rönesans gerçekleşemeyecek dal budak salamayacaktı. Oysa Rönesans bizim eserimiz ol¬malıydı. Avrupa, ortaçağında Rönesansını gerçekleştirirken, biz gelişme çağlarında ortaçağımızı hazırlayarak inişe geçmişiz.. Batı, bizim klasikleri¬mizi tercüme ederek dirilişini gerçekleştirirken biz ise medeniyet bilincimizin kaynakları olan kla¬siklerimizi kütüphanenin tozlu raflarına kendi ellerimizle itiverdik. Avrupa’yı yeni fe¬tihlere kanatlandıran El-Bruni gibi Harzemşahların tercüme eser¬leridir oysa. Batı bu klasikleri büyük aşkla okudu, okudukça da ufukları açıldı ve gelişmenin merkezi oldular. Malum olduğu üzere Rönesans ortaçağ zihniyetine tepki idi. Esasen batı medeniyeti Grek-Romen-Hıristiyanlık üçgeniyle üçlü bir sentezdi. Bizim yapımızda ise Avrupa özü yok, fakat dokumuzda batıya yapışığız hala. Bakın Japonlar, hiyeroglif alfabesini ve şintoizm olan dinlerini değiştirmediler, ama bugün gelinen noktada adından süper devlet olarak sözettiriyorlar.. Bizim yarı aydınlarımız batıyı tek örnek, tek rehber olarak görmeye devam ediyorlar hâlâ. Onlar Margaret Thatcher’in şu sözlerin¬den bile uyanmazlar birtürlü. Bakın Thatcher; ‘’Güttüğüm ekonomik po¬litika tamamı ile Hıristiyan ilkelerine uygundur’’ diyor. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere her me¬deniyet dine dayanarak ayakta duruyor. O halde yeniden, kendine dön¬meye ve gelişmeye Rönesans (yeniden doğuş) diyor ve yeniden Türk-İslâm Ülküsünü hayata geçirmeli ve çaba sarfetmelidir. Nasıl ki, batı kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesansını kurdu iseler, pekâla bizde kendi Nizâm-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde tarihi genlerimizde mevcut olan gerçek hürriyetin ne olduğunu cümle aleme göstermeliyiz.. Türkiye’yi hangi hür fikir kurtarır? soruları hep soruldu durdu, bu soruların karşılığını bulması açısından denemediğimiz reçete kalmadı. Her görüş kendi dar dünyasını tek hakikatmış gibi ileri sürüp karşıt fikirleri yok saydılar hep. Hatta zorla tepeden inmeci yöntemlerle fikir dayatmalarına tevessül edilip jakobence uy¬gulamalar servis edildi topluma. Jakobenvari tavırlarla hürriyeti zindana attılar, düşünceye de kement vurdular. Bir yandan da hem insan kafası ile düşünür kalbi ile inanır derler hem de ardından da düşüneni bir kaşık suda boğarlar. Sonra da bizde ilim adımı yetişmiyor serzenişinden bulunurlar. Bu kafayla tabii ki düşünce adamı ye¬tişmez bizde, fikir özgürlüğü verilmezse olacağı buydu. Bir rejim sadece polis kuvvetiyle ayakta kalamaz. Güveni sağlayacak özgürlüğe de ihtiyaç vardır. Ne yapıp edip yeniden özgür dünyanın hür düşünce merkezi olmalıyız. Nasıl ki dünyaya bir zamanlar ‘’nizam- alem ülküsü’’ gereği adalet götürmüşsek, bugün de hür tefekkürün ve Mutlak Hürriyetin metodlarını insanlığa sunabiliriz pekala. İslâm gelişme içinde hürriyeti telkin eder sürekli çünkü. ‘’Mutlak Hürriyet’’ bizim zengin kaynaklarımızda mevcut zaten. Asr-ı Saadet’te düşünce adamı yoktu. Niye olsun ki? gerekte yoktu. Çünkü Kur’an ve Allah Rasulü onlara yetiyordu. Herşeyi birinci kaynaktan kana kana içiyorlardı. Bu yüzden Ashabın hayatında bu¬nalım görülmez. Bu örnekden dolayı düşünceye karşı çıkılma anlaşılmasın. Zaten istesek de düşünmeden edemeyiz. Çünkü zaten dünyanın bugünkü şartları ‘’Asr-ı Saadet’’ gibi değil ister istemez düşünmek ve fikir üretmek zorundayız. Bu şartlarda geleceğimizi sloganda değil ilim ve tefekkürde aramalı!. İs¬lâm’ın buyruğudur ilim. Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan da Allah (C.C.); ‘’İnananlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, daima Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaradılışı hakkında ince¬den inceye düşünürler’’ (Al-i İmrân/191)beyan buyuruyor çünkü. Düşünce hürriyeti ile mevzumuzu Kâfirun Sûresini meâlan zikrederek bağlayalım: “Ey Muhammed! Sana bir yıl bizim put¬larımıza ibadet et. Biz de senin ilahına bir yıl ibadet edelim, diyen kafirlere de ki; ey inkar eden kafirler! Ben sizin tapmakta olduğu¬nuz putlara tapmam. Siz de benim ibadet etmekte olduğum (Allah)a ibadet edicilerden değilsiniz. Zaten ben, sizin tapmış olduklarınıza tapan değilim. Siz de (hiç bir zaman) benim ibadet etmekte olduğuma ibadet edicilerden değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana.”

  5. Yazan:Selahattin Tarih: Şub 2, 2008 | Reply

    Türk-İslâm Ülküsünü hayata geçirmeli

    Demişsiniz. Yazı güzel giderken sonucu böyle bağlamanız yazıya verilen notu “0” sıfıra indirdi. Reddedilmesi gereken bir yazıya ve amaca dönüştü.

    [“Günümüzde bütün sıcaklığı ile yaşanmakta olan islam dışı modern problemlerin aşılmasıda Kur’an ın aydınlığında pekala mümkündür. Dinsel ırkçılık, geçmişte Ümeyyecilik, Şu ûbiyye idi bugün türk müslümanlığıdır. Belki yarın bir başka teoloji denemesi veya felsefi doktrin olarak karşımıza çıkacaktır. Aynı kasdın farklı ifadelerle isimlendirilmesi kabul ve redlerin değişmesi için yeter sebeb değildir.”
    Müslümanlar açısından konunun özü şudur: Mensubiyet ‘Arap Müslümanlığı’na olmadığı gibi rücû da ‘Türk Müslümanlığına veya başka bir kavmin müslümanlığı’na olmayacaktır
    .

    O Kitap (Kur’an); onda asla şüphe yoktur. O müttakiler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir.” El Bakara 2/2 * Ramazan YAZÇİÇEK (Milli din Arayışı ve Türk Müslümanlığı(kitabında bu saçmalığı güzelce yazmış) ]

    Kendimizi tanımlarken veya bir amaca yönlendirirken türk islam ülküsü benzetmesinde olduğu gibi türküm müslümanım, kürdüm müslümanım, laikim müslümanım, kemalistim müslümanım, atalarım dini ile beraber müslümanım diyemi tanımlayacağız. Hayır(tövbe haşa). İslam noksan mıki Allahın bizi tanımladığı gibi (el Bakara 133) sadece müslümanım demiyoruz.

    Lütfen araçları ve sıfatları amaç edinmeyelim.

    Kur’an ın aydınlığında Kur’anca iman ve Kur’anca yaşam duası ile…

  6. Yazan:turan çevik Tarih: Nis 16, 2008 | Reply

    hocam türk-islam ülküsü çok mu kötü bir şey??
    alternatifi yoktur demiyorum ama.. ceddimizin islama ettiği hizmetin insanların içinde kalan bir hayranlık yansımasıdır bu tanımlama..
    kötü bir şey değildir..
    korkmamak lazım.
    eğer bir insan da kendi yaşamı içinde böyle bir ideali sahnelemeye çalışıyorsa bırakın yapsın.
    ben alkışlarım..
    islamın, milletleri yok etmek gibi bir misyonu olmadığını da yalvarırım anlayın artık

  7. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Nis 16, 2008 | Reply

    Turan Bey;
    “hocam türk-islam ülküsü çok mu kötü bir şey??”

    Diyorsunuz. Bu Türk-Islam ülküsü içinde Araplarin, Kürtlerin ve Indonezyalilarin yeri nedir?

    Yoksa onlar da her sabah “Ne mutlu Türküm diyene” diye haykirmali mi? Ya da “Keske Türk olsaydim, daha mutlu olurdum” tarzi bir sey 🙂

  8. Yazan:turan çevik Tarih: Nis 16, 2008 | Reply

    hocam onlar türk olup olmamaktan mutluluk duyarlar mı bilemeyeceğim.
    lakin beni ilgilediren kısmında beni mutlu edecek kesitler yok değil.
    bu tahlilde endonezyanın yerini sana nasıl anlatabilirim ki.. anlatsam aynı şeyden mutluluk duyar mıyız o da ayrı bir konu..
    endonezya( açe= eski adıyla)sultanının osmanlı hükümdarına bağlılık ve biat etmesinden dolayı büyük mutluluk duyduğunu belirten mektup hala saklanıyordur umarım….
    şimdi bu durum sizi mutlu etmeyebilir ama..
    mazluma uzanan bir kol görevi yürüten neslin evladı olarak; “mutlu olayım mı olmayayım mı sen bu konuda ne düşünüyorsun ?” diye bir endonezyalıya ya da araba ya da kürde soracak değilim:)))
    “ne mutlu türküm diyene” sözünü benden çok eleştiren olamaz ama.. hem nalına hem mıhına vurmadan eleştirelim. bu cümle, türke direk saldıramayanların dolaylı olarak eleştiri yapabildiği bir koridor oluşturur.
    kürt te mutlu olsun,arap ta mutlu olsun…. istemiyorsa olmasın hocam..
    bu konudaki elin mutluluk derdi beni mi gerdi?????

  9. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Nis 16, 2008 | Reply

    Türk-Islam ülküsü nedir?

    “sek” olarak islam ülküsünden farki nedir?

    Türkiye’nin güçlenmesini ve bunun Islam alemine baris getirmesini anliyorsak bunu zaten her Türk vatandasinin dogal olarak istemesi gerekmez mi? Kürtler, Ermeniler…

    Hatta güçlü ve gücünü baristan yana kullanan bir Türkiye Gürcistan ve Yunanistan gibi komsulari da mutlu edecektir. Farkinda olmasalar da siradan rus vatandaslari için bile hayirli bir gelisme olacaktir bu.

    Su halde “Turan düsü” veya kizil elma gibi içinin ne ile dolduruldugu belli olmayan hayaller pesinde kosmaktansa adam gibi bir proje yapmak ve buna türk ve/veya müslüman olmayanlari da ortak etmek daha akillica olmaz mi?

  10. Yazan:turan çevik Tarih: Nis 16, 2008 | Reply

    varsa öyle bir projen saygı duyarız..

  11. Yazan:snowqueen Tarih: Nis 16, 2008 | Reply

    Basortusu konusundaki demokrasi taleplerimizi escinsellere ve belediye tesislerinde icki icmeye karsi cikmadigimiz icin samimi bulmayan zevat-i muhteremin ne kadar samimi olduklarini, Atilla Yayla konusundaki sessizlikleri turnusol kagidi gibi ortaya koyuyor zaten.

    301.maddeyi kaldırmayan AKP hükümetini eleştirmek gibi bir turnasol kağıdı mı mesela?

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin