RSS Feed for This Post

Tepeden inmeci “çağdaşlığın” teyakkuz hali

i20want20youferhatkentel.jpgSeçkinler için “tehlikeler” bitmiyor; hep teyakkuz halindeler. Aynı anda hem dini tezahürler konusunda “şeriat tehlikesi” hem de Kürt sorununda “bölücülük tehlikesi” uyarıları yapıyorlar. Şimdiki zamanla barışmayı reddetikleri gibi, tarihin yeniden düşünülmesine, tarihle yüzleşilip yaraların sarılmasına da tahammül edemiyorlar.

Hep savaş istedikleri için, onların bu teyakkuz ve tahammülsüzlük halleri toplumu da geriyor. Parlamentoda, sokakta, trafikte, ailede insanlar konuşmayı, muhabbeti unutuyorlar. Gazetelerin bir zamanlar üçüncü sayfalarını işgal eden şiddet haberleri (“Adamı tanımıyordum ama bana güldü, ben de onu vurdum!”, “Ben geldiğimde karım evde yoktu, gelince bıçakladım!”) artık birinci sayfaya terfi ediyor.

“Gerilla” adının ve görünümünün arkasına yerleşmiş katiller minibüsleri durdurup, gözlerini kırpmadan, çoluk çocuk ayırdetmeden cinayet işliyorlar… Seçkinlerin tahammülsüzlüğü ve teyakkuzundan esinlenen çocuklar katilleşiyorlar. İşin traji-komik yanında ise, çocukluklarından katilleşerek çıkanlar 19 Ocak’tan sonra kendi kendilerine atfettikleri ve adına “türkü” dedikleri sayıklamalarda, video kliplerde pek hoşnut oldukları “kahramanlık” mertebesinden vazgeçip, mahkemelerde “suç”u birbirlerine atıyorlar: “Cinayeti işlemem için tehdit edildim. Olay günü ecstasy almıştım.”

Tehlike… Paranoya… Teyakkuz… Tehdit… Kahramanlık… Kurnazlık… Sahtekarlık…

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemiyle birlikte, Türkiye’de “çağdaşlaşma” adı verilen ve “Batı”nın model olarak alındığı modernleşme süreci farklı toplumsal gerilimler üretti. Bu gerilimlerin üremesinde seçkin / seçkinci zümrelerin toplum içindeki dinamikleri ve ilişkileri gözardı eden, yukarıdan aşağıya empoze edilen toplumsal mühendislik yöntemleri temel bir rol oynadı. Modernleşmeci seçkinler ve onların zihniyetinin yönlendirdiği Türk ulus-devleti, kendi meşruiyetini, “ötekiler” üzerinden kurdu. Batı’dan, özellikle Fransa’dan devşirilen, dolayısıyla yabancı olan bir “toplumsal temsil”, ötekiliği “geçmiş bir tarih”, “eski bir rejim”, “eski yazı”, “eski milletler”, “eski gelenekler” üzerinden kurdu. Bu modernleşme projesi kendi çağdaşlığıunı kabul ettirmek; “yeni bir ulus”, “yeni bir vatandaş”, “yeni bir toplum” ve daha da önemlisi “yeni bir insan” yaratmak üzere, Anadolu topraklarında yaşamakta olan insanların sahip olduğu kültürel özellikleri, kodları unuturmak ve marjinalleştirmek için büyük çaba harcadı.

Çağdaşlaşma / Batılılaşma projesinin sahiplerine göre, Anadolu topraklarında yaşayan insanların dinleri, etnik kökenleri “kutsallaştırılan” bu yeni insan modelinin önünde engeldi. Bu engelleri ortadan kaldırmak için çok yönlü olarak yürütülen çabaların hedefleri arasında Gayrimüslimlerin (sermayelerinin mümkün olduğunca “millileştirilerek”) Türkiye topraklarını terke zorlanmaları (ya da görünmez kılınmaları), en büyük etnik grup olarak Kürtlerin Türkleştirilmesi ve bunların yanısıra, ehlileştirilmiş, devlet kontroluna alınmış bir din anlayışına bağlı olarak toplumun büyük çoğunluğunun dini olan İslam’ın kamusal hayattan ve kamusal alandan uzaklaştırılması bulunuyordu.

Bunlardan birincisi başarılı oldu. Zaten Osmanlı döneminde büyük ölçüde temizlenmiş olan Gayrimüslimler, Cumhuriyet döneminde de belirli aralıklarla (Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs krizi, Azınlık Vakıfları’na ilişkin yargı kararları) uygulanan sindirme politikalarıyla yok denecek kadar azaldılar.

Bugün, projenin Kürtlerle ilgili olan kısmının çözülemediği biliniyor. Bir yandan asimilasyon politikaları bir ölçüde başarı sağlamış olsa bile, Cumhuriyet tarihi boyunca çıkan isyanlar, yaklaşık 30 yıldır varlığını şiddete dayandırarak sürdüren PKK sorunu düşünüldüğünde, “yeni kutsal insan” projesinin tüm Kürt nüfus üzerinde etkili olamadığı apaçık görülüyor. Üstelik PKK “savaşılacak” bir muhatap olarak seçilip, Kürtler muhatap alınmadıkça sorun daha gangrenleşiyor.

 

20070629_togetherwin.jpg

 

Toplumun dinle yaşadığı ilişkiye yapılan müdaheleler de, Kürt sorununda olduğu gibi, bir ölçüde başarılı oldu. Otoriter laiklik ve yukarıdan aşağıya tasarlanmış olan resmi din yorumu yeni yaratılmış sınıflar içinde karşılığını buldu. Ancak toplumun büyük çoğunluğu murad edilen “temsil” ile mutlak bir uyum içine girmedi. Modernleşmeci devlet “eski” olan dinden utanmayı emrederken, bu büyük çoğunluk yüzyılları aşan bir gelenekle bağlarını verili yeni koşullarda yeniden üretti. Tepkisini önceleri “isyan” gibi sert yollarla gösterirken, zaman içinde “geri çekilme”, “sivil itaatsizlik” gibi yöntemlerle oyunun dışında kalarak gösterdi ya da “uyum” sağlayarak “hayatta kalma” arzusunu öne çıkardı. Fakat bütün bu tepkiler, “yukarıdan aşağıya” da olsa modernleşme dinamiklerinden bağımsız değildi. Dinlerine bağlı olan, toplumsal hayatlarını din vasıtasıyla anlamlandıran kesimler –tam da modernleşmeye bağlı olarak- kendilerini ifade etmek ve “ses”lerini duyurmak, çeşitli siyasal dalgalar altında toplumsal aktör olmak için mücadele verdiler. Dolayısıyla bu mücadele, Batı’dan adapte edilen ve kendinden başka gerçeklik tanımayan seçkinci proje için süreklilik taşıyan bir “ötekilik” ve “tehdit” söyleminin meşruiyet aracı oldu. Sonuç olarak, Gayrimüslimlerin ve Kürtlerin de yaşadığı bu ötekileştirilme ve tehdit olarak algılanma , “modernleşen” ancak aynı zamanda “modern toplumda” “dinlerine dayanarak” hayatlarını anlamlandırmaya çalışan insanlar için sürekli bir travmanın kaynağı haline geldi.

Bugüne kadar kamusal alandaki hakim modenleşmeci söylem, ne pahasına olursa olsun, kendi yorumunun dışında başka modernlik pratiklerini içine almamak üzere olağanüstü bir çaba harcadı. Kendi kutsallığını korumak üzere “savunmacı”; farklı pratikler ve hayat tecrübeleri karşısında “dışlayıcı” bir konum aldı. Bu dışlanan kesimlerin konuşma çabaları, hatta bu kesimler üzerine “izin verilen” yorumlar dışında yorum yapmak, “kutsallığın” zarar görmemesi adına gayri meşru sayıldı, yasaklandı, “ihanet”le suçlandı.

Ve artık kabak tadı verdi bu ucuz suçlamalar…

Bu nedenle, otoriter modernleşmenin ürettiği çok çeşitli kutuplaşmalar içinde eşit yurttaş olmak isteyen ancak mağdur olan geniş toplumsal kesimlerin birbirlerini duymaları, anlamaları, birbirleriyle konuşmaları, muhabbet etmeleri, bitmek tükenmek bilmeyen şu teyakkuz halinden kurtulmak için elzem oldu artık…
 

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

   Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

Amerika Tedavi Edilebilir mi?

 Amerikalılar neden bu kadar gaddar? Dünyanın geri kalan kısmında yaşayan insanlara karşı niçin bu denli acımasız?
 Bayrak yakmanın ve Amerikan/İsrail mallarını protesto etmenin dışında bir şeyler yapmak gerektiğini düşünenler için yapılmış bu çalışmayı ilginize sunuyoruz. ABD desteği son bulmadan Ortadoğu’nun psikopatı İsrail’in saldırganlığı bitmeyecek ve Ortadoğu’ya huzur gelmeyecek gibi görünüyor. Vietnam’da ve Latin Amerika’da yaşanan katliamlar Ortadoğu’da devam ediyor.

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.  

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:Balbazar Tarih: Eki 11, 2007 | Reply

    Bir de komünizm tehlikesi vardı meşhur, bu kış geliyordu hani, hatta 20 yıldan sonra hala bizi onunla korkutan müslüman aydınlarımız var, siz nedense onu atlamışsınız. Demek ki o tehlike seçkinler için değil, avam içinmiş diye düşündüm.

    Neyse… Asıl diyeceğim o değil.

    80’li yıllarda bu ülkenin yatılı okullarında senelerce okuldum. Devletin parasız yatılı okullarında. Yatakhanemiz, yemekhanemiz, sınıflarımız kamuya ait alanlar, öğretmenlerimiz, okul yöneticileri kamu görevlileri idi.

    İşte o kamu alanında, 10-15 yaşında çocuklar olarak, hayatımız tamamen belli bir inanç gurubunun kontrolü altındaydı. Abilerce toplantılar, söyleşiler yapılır, Neil Armstrong ile Kaptan Kusto’nun nasıl imana geldikleri anlatılır, müslüman doktorların kansere çareyi buldukları, ama bunun siyonist komplocular tarafından gizlendiği, Garip’çi şairlerin esrarkeş (buna neden gerek duyulduğunu asla anlayamadım), memleketin başına gelmiş en büyük bela olan İsmet Paşa’nın mason oldukları iyice belletilirdi. Söyleşilere katılmazsanız, psikolojik baskıdan dışlanmaya, hatta zaman zaman üstü kapalı tehdide kadar herşey uygulanırdı. Sınıf, yatakhane gibi kamusal alanlarda ilahiler dinlenir, sabah bütün yatakhane namaza kaldırılır, Ramazan’da yemekhanenin yanından geçmek ayıp sayılırdı. Hepimizin aynı toplumsal kökenden, aynı inançlardan geldiği farzedilir, zaten tek bir İslam inancının olduğu (abilerimizin tarif ettiği), gerisinin haram, sapkınlık olduğu anlatılırdı. Kazara farklı bir toplumsal kökenden falan geliyorsanız, sizden beklenilen kendi soyunuza sopunuza düşman olmanızdı sanırım.

    Çoğu din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenlerinden oluşan okul yönetiminin bütün olan bitenlerden haberi vardı elbette. Hatta gereken lojistik destek mümkün olduğunca sağlanıyordu, evlerdeki toplantılar için izinler çıkartılıyor, gazete bulundurmak (nedense) yasak olduğu halde yararlı gazeteler her zaman her yerde bulunduruluyor, sakıncalı yayınlar (mesela, Yeni Türkü kasedi) bulunduran çocuklara karşı ise gerekli idari önlemler alınıyordu. Öğretmenler, derslerde ve etütlerde, bu ülkede Türklüğü ve İslamlığı anlatan herşeyin yasak olduğundan dem vuruyorlardı (o zamanlar müslümanlar milliyetçiliğin zararlı birşey olduğunu keşfedememişlerdi henüz, ya da bilmezden geliyorlardı). İşin tuhafı, okulda, aynı dönemde, Türklüğü ve İslamlığı “anlatan” kitaplar elden ele dolaşıyordu. Eğer farklı düşünen öğretmenlerimiz varsa, onların kimisinin ayyaş, kimisinin esrar bağımlısı olduğu, kimisinin ise birbiriyle zina halinde olduğu bizlere tekrar tekrar bildiriliyordu.
    Okul yönetiminin itina gösterdiği tek konu herhangi birşey gazetelere falan yansımasını önlemekti.

    Bütün bunları yaşamış birisi olarak, “Bugüne kadar kamusal alandaki hakim modernleşmeci söylem, …” diye başlayan paragrafınıza anlam veremedim. Haksız sayılmazdınız, ama benim tecrübem neden aksini gösteriyordu?

    Cevabı bildiğimi sanıyorum: Osmanlı’dan bugüne bu toprakların kültüründe kağıt üzerinde yazılı olanla, pratikte yaşanılan hiç birbirini tutmadı. Kağıt üzerindekiyle kendimizi ya da başkalarını avuttuk, pratikte bildiğimizi yaşadık. Kitabına uydurmak diye bir deyimimizin olması boşuna değil.

    Benim tezim şu: Bir kağıt üstündeki muktedirler var, bir de pratikteki muktedirler. Bu onyıllardır böyle. Her iki taraf da bunun farkında, kendi alanlarını korumak için denge gözetiyorlar, karşılıklı ödünler verip, göz yumarak. Zaten kesin bir ayrım yok bu iki grup arasında, hatta bir işbirliği de mevcut. Örneğin, kağıt üstündeki muktedirler gerektiğinden pratikteki muktedirleri kullanageldiler. Ama bugün kavga halindeler, çünkü pratikteki muktedirler artık iktidarlarını kağıt üzerine geçirmek istiyor.

    Bu amaçlarına ulaşmak için de berikilerin kağıt üzerindeki iktidarını kendi kitlelerine, kendilerinin mazlum olduklarını göstermek için kullanıyorlar. Böylece, şimdiye kadar zaten pratikte uyguladıkları, bahis konusu paragrafınızda tabir edilen dayatmacı tavrı kendi lehlerine kağıda geçirmenin yerini yapıyorlar.

    Ötekilerinse ellerinde sadece kağıt üzerindeki iktidarları var. Onun için sembollere sarılıyor, gerginlik yaratıyorlar, çünkü sembollerden başka altyapıları yok ve zaman aleyhlerine işliyor. Elbette, olan yine avama oluyor, birisi ötekini seçkincilikle suçlarken el altından sağlık sistemini seçkinlerin lehine değiştiriyor, öteki de bunu görmezden geliyor.

    Siz yazınızda bunun tek taraflı bir portresini veriyorsunuz, onun için yüzeyde söylediğiniz çok şey haklı gözüküyor. Oysa, mesela, Ogün’lerin ortaya çıkmasında sorumluyu aramak için 23’lere kadar giderken 80, onu hazirlayan süreç, ve sonrasında neler olduğunu hesaba katmıyorsunuz. Gerçekten, nefret ve kin dolu, dinlemeyen, anlamayan, tahammülsüz, ve saldirgan bir gençliğin oluşmasında tarif ettiğim yatakhane koşullarının ve onun başa toplumsal ortamlardaki muadillerinin hiç mi katkısı yok sizce? Şu video bu soruya cevap veriyor bence: http://www.youtube.com/watch?v=E2epnf2lWvk

  3. Yazan:Haydar Tarih: Eki 13, 2007 | Reply

    Sayin Balbazar,

    Uzun yorumunuzdan anladigim kadariyla aslinda yazarla ayni seyi soyluyorsunuz. Kentel bu yazisinda Cumhuriyet tarihinde olan bitenin iskeletini cizmis. Hic etine butuna girmeye zahmet etmemis.

    Sizin yaka silkindiginiz Ulkuculerin aslinda dinle alakasi “isini gorene kadar”. Din onlar icin bir arac daha dogrusu kilik degistirmek icin bir koyun postu… altindaki bir kurt!

    Ulkuculer devler tarafindan 1960 lardaki solcu yukselise karsi uydurulmus paravan bir orgut. Kentelin “kamusal alana hakim olanlar” diye bahsettigi tipler tarafindan kurulan bir orgut. Bir baska yorumda biraz kronolojik analizini yapmistim arzu ederseniz okuyun…
    http://www.derindusunce.org/2007/08/21/kurtlu-hilal/#comment-3115

    Sonucta sizin son paragrafinizda bahsini yaptiginiz “surec” ve bunun sorumlulari ile Kentel’in yuklendigi “hakim olanlar” aslinda ayni grup.

    Tek farkiniz; biriniz el’e bakiyorsunuz digeriniz maşa’ya.
    ***

    Umarim yanlis veya eksik anlamadim.

  4. Yazan:Balbazar Tarih: Eki 13, 2007 | Reply

    Sayın Haydar, benim yorumumda bahsettiğim temel aktörler kendini İslami olarak niteleyen bir cemaat idi, ülkücüler değil (elbette o dönemde gayet sıkı fıkılardı ve ülkücüler ile İslamcıları birbirinden ayırmak çok kolay değildi).

    Kimin kimle alakasının işini görene kadar olduğunu bilmiyorum, bence karşılıklı, el ve maşa arasındaki ilişki de karmaşık, el aynı olsa da maşa değişebilir, vs. Benim söylemeye çalıştığım, İslamcılığın birçok toplumsal pratikte iktidarı elinde bulundurduğu ve bunu da yazıda tasvir edilen ve eleştiren dayatmacılığı kendi lehine uygulamakta olduğuydu.

    Sanırım sisteme entegre olmuş milliyetçi-muhafazakar baskıcılığın sadece ülkücülerle özdeşleştirilmesini önlemek amacıyla, bugünkü AKP’nin de Türk-İslam sentezi geleneğinden geldiğini, hala önemli boyutta Türk-İslamcı unsurlar barındırdığını (mesela Melih Gökçek ve tabanın çok önemli bir bölümü), siyasi pratikte de bir ideolojik ve eylemsel yakınlığın hala (Sivas’ta hem İslamcılar, hem nizam-ı alemciler aktif rol oynadılar) bulunduğunu not etmek yanlış olmaz. Ülkücülere ulusalcılarla işbirliği yapıyorlar diye “sitem” edilmesi boşuna değil. Mehmet Yılmaz bu konuya değinmişti.

  5. Yazan:Haydar Tarih: Eki 14, 2007 | Reply

    O elin degisik maşalar kullandigi konusunda haklisiniz. Strateji hesaplari sonucu yapilan fakat iki adim otesini gormeyen planlar bunlar. Derin Devlet Turkiye Hizbullahi’nida kurmus ve a) Kürtlerin dikkatini baska yere cekmek b) PKK ya karsi koyacak bir guc yaratmaya calismisti.

    Birde baktiki ornek aldigi Israil taktigi (israil de El-Fetih e karsi Hamas’i kurmustu) basina daha buyuk sorunlar aciyor… 1990 larin sonlarina dogru bu uygulamadan vazgecmisti.
    ***

    Derin Devletin mafyacilari (Kontr-Gerilla) maşa olarak kullanmasi hala hafizalarda. Bu adamlarin pek cogu Avrupada uyusturucu ticareti yapmaktan yakalanmisti. Devlet bu turlu islere karisirmi? Karisiyor yada goz yumuyor demekki. Bu tipler yakalaninca “Ben PKK liyim diyordu” bu arada boyali basinimizda “PKK lilar su kadar eroinle yakalandi diye baslik atiyor fakat ertesi gun konu unutturuluyordu”. Memlekette biride cikip “yav 350 kilo eroin Iran hududundan 3 kolordu, 50 kontrol noktasi, 20 vilayet gecip Kapikuleye nasil variyor” diye sormuyordu.
    Ne artistler, futbol erkani, resmi tipler Avrupada bu sekil yakalanip devleti zor durumda birakiyorlardi.

    Alaattin Celik, Tevfik bilmem ne ve daha niceleri biryandan halki haraca baglarken biryandanda Ulkucu naralariyla etrafa korku saliyorlardi.
    ***

    Dahasi, Isci Partisi ayagindan solcu goruntusundeki Perincek muthis istihbararat ve suflorluk yapiyor hem ulusal hemde uluslararasi arenada kurt kiliginda kuzu veya kuzu kiliginda kurt rolleri oynayarak ortaligi karistiriyordu.
    ***

    Derin Devletin Serafettin Elci gibi tiplere parti kurdurarak Kürtcülük yaptigida bilinen birsey.
    ***

    Hudson Enstitusunde “Beyogluna bomba koyalim 50 kisi oldurelim ve PKK nin uzerine atalim” planlarininin murekkebi hala kurumadi. Simdilerde o turlu haberler oldugunda aklima gelen muhtemel zanlilardan biri Derin Devlettir.
    ***

    Velhasili, dediginiz gibi o el degisik maşalar kullaniyor vede buna gik diyen yok.

    YETERKI SALTANATINI SURSUN!

  6. Yazan:ugurkan Tarih: Eki 24, 2007 | Reply

    GECEN GUN INTERNETTE GEZERKEN ONLY BI OYUN GOZUME TAKILDI THECRİMS DİYE GENCLERIMIZ BU OYUNLA SUCA TEŞVIK EDILIYO SILLAHLANIYO SOYGUN YAPIYO GECEKLUBUNE GIDIYO BOYLE OYUNLAR COCUKLAR ICIN SAKINCALI 18 YASINDA BUYUKLERIN OYNAMSI GEREKI BUDA OLMAZ DIYOSANIZ OLUR KIMLIK NUMARI YERI KOYARSINIZ OLUR

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin