RSS Feed for This Post

Teröre lanet, sağduyuya çağrı..

Yine bir terör saldırısı sonrasında, 13 vatan evladını şehit vermenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Derin Düşünce Grubu olarak, PKK Terör Örgütünün gerçekleştirdiği bu menfur saldırıyı kınıyor, şehit Mehmetçiklerimize Allah’tan rahmet, kederli ailelerine başsağlığı diliyoruz.

Terörün ana amacı, bu milleti oluşturan halklar arasında nefret uyandırmak, ırkçılığı karşılıklı tetiklemek olduğu açık. PKK Terör örgütü, toplumda infial oluşturacak eylemleriyle, bu amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Sağduyunun ortadan kalkıp terörün devam ettiği durumlarda, ne yazık ki sağlıklı tartışma ortamı doğması mümkün değil. Bu tip olaylar terörden beslenenlerin işine yarıyor. İşte burada hükümetten, meclisteki her vekilden, silahlı kuvvetlere, medyadan sokaktaki vatandaşına kadar, sorumluluk sahibi tüm kurum ve kişilere büyük görevler düşüyor. Soğukkanlı olmak, terör örgütüyle mücadelede hâlâ başarılı olunamıyorsa, yöntemleri gözden geçirmek, terörü doğuran nedenleri ortadan kaldırmak gerekli. Belki de ilk adim, meclisteki her vekilin terör örgütünü kınaması ve silah bırakma çağrısı yapması. Böylece var olan sorunlara terörün çirkin gölgesi düşmeden eğilinmesi sağlanacaktır, sağlıklı bir tartışma ortamı doğacaktır. Bu bağlamda terörün ilacının ülkemizin daha fazla demokratikleşmesi olduğuna dair inancımızı da vurguluyoruz.

Derin Düşünce Grubu

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

   Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları

Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne  kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor.  Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor.  Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.

Amerika Tedavi Edilebilir mi?

 Amerikalılar neden bu kadar gaddar? Dünyanın geri kalan kısmında yaşayan insanlara karşı niçin bu denli acımasız?
 Bayrak yakmanın ve Amerikan/İsrail mallarını protesto etmenin dışında bir şeyler yapmak gerektiğini düşünenler için yapılmış bu çalışmayı ilginize sunuyoruz. ABD desteği son bulmadan Ortadoğu’nun psikopatı İsrail’in saldırganlığı bitmeyecek ve Ortadoğu’ya huzur gelmeyecek gibi görünüyor. Vietnam’da ve Latin Amerika’da yaşanan katliamlar Ortadoğu’da devam ediyor.

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 Bir pozitivizm eleştirisi

Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı”  karşılaştırdığımızda hiç  yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü.  Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak  çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor.  Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor.  Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.  

Trackback URL

  1. 16 Yorum

  2. Yazan:Ayse Tarih: Eki 9, 2007 | Reply

    “Bir PKK’lı için beş yaşındaki bir çocuğu, beş aylık bir bebeği öldürmek bir hiç meselesidir! Sicilinde bu kadar gaddarlık ve vahşet bulunan hangi terör örgütü var bilmiyorum.
    Fakat terörün Meclis’teki bir komisyoncusunun söyledikleri, insani ve ahlaki bakımdan çocuk öldürmek kadar vahimdir.
    Diyarbakır’daki toplantıda DTP’li Selahattin Demirtaş’ın hiçbir ahlaki ve insani ölçüyle bağdaştırılması mümkün olmayan lafları şöyle:
    “Sizin terör dediğinize biz terör demeyiz. Dersek sizleşiriz!”
    Kafa bu! Ve bu kafayla ne demokrasiyi ne barışı geliştirmek mümkündür!
    Bütün medeni dünya, bu arada AİHM de PKK’nın terör örgütü olduğunu tescil etmiştir.
    Teröre karşı çıkmak için medeni insan olmak yeterlidir!

    Silahı bırakmak
    Toplantıda Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu ise, görüşünü paylaşın veya paylaşmayın, medeni bir dille konuşuyor:
    – Kürt tarafının yapması gereken, kendi iradesi ve kararıyla siyasal amaçlarına ulaşmak için silahlı şiddeti tüm biçimleriyle kullanmaktan vazgeçtiğini, barışçı yollarla zor bir süreçten geçerek başarı kazanacağını görmesi ve kendisini buna göre düzenlemesi olmalıdır. Bu mümkündür, gereklidir ve doğru olandır.
    Evet Kürt hareketinin “şiddeti tüm biçimleriyle kullanmaktan vazgeçmesi” demokrasinin olmazsa olmaz şartıdır; insani olmanın da olmazsa olmaz şartıdır. O zaman iş, sandıktan çıkan iradeye göre şekillenir.
    İşte PKK’nın siyasi uzantılarının da korkusu budur: Kanla ve terörün psikolojik gerilimiyle beslenen PKK’nın çatışmasız bir ortamda giderek erimesinden korkuyorlar, menfaatlerine uygun düşmüyor.
    Öbür yandan, “sandık” da PKK’ya umut vermiyor! Bir türlü yüzde 10 barajını aşmayı bırakın, yanına bile yaklaşamadılar. Üstelik oy kaybetmeye başladılar.
    Belediye seçimleri için “Diyarbakır kaledir! Düşmesine izin vermeyeceğiz” diye konuşmaları bu telaşın ifadesidir.”

    Taha Akyol’un “Kürt meselesi ve DTP” isimli yazısından alıntılanmıştır yukarıdaki kısım.

    Yazını devamı için: http://www.milliyet.com/2007/10/02/yazar/akyol.html

  3. Yazan:demokrat kürt Tarih: Eki 9, 2007 | Reply

    PKK’ya terörist diyecekseniz devlet terörünü de unutmayin

    Asagidakileri okuyun, “bilmiyordum” diyemezsiniz artik…

    Üç yılını ‘cehennem’de geçirdi

    Selim Dindar: Cezaevinde, insanların yüzde 80’ini militan haline getirdiler.

    12 Eylül döneminde tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi’nde üç yıl kalan işadamı Selim Dindar yaşadığı ‘cehennemi’ anlatıyor

    23/06/2003 (7200 kişi okudu)

    NEŞE DÜZEL (E-mektup | Arşivi)

    NEDEN? Selim Dindar
    Hasan Cemal son çıkardığı ‘Kürtler’ kitabıyla ilgili kendisiyle yaptığım konuşmada, medya adına bir özeleştiride bulunarak ‘Eğer biz gazeteciler, 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları tam anlatsaydık, bu ülkede belki bazı şeyler değişirdi’ demişti. Medya o dönemde Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde olanları anlatmadı. Ama medya bu dönemde de yaşanan o korkunç vahşetle yüzleşmeye pek yanaşmıyor. Halbuki Diyarbakır Cezaevi, Kürt sorununda büyük dönemeçlerden biri. Bugün Avrupa Birliği’ne üye olabilmek için yeni uyum yasaları çıkarırken, aslında neleri değiştirmeye çalıştığımızı, hangi konularda çağdaş dünyayla uyumlu olmaya uğraştığımızı anlamamız, bunu anlayabilmek için de son 20 yılda yaşamış olduklarımızı iyice görmemiz gerekiyor. Çünkü kendi insanımıza neler yaptığımızı, ne acılar çektirdiğimizi fark ettiğimizde, değişmemiz gerektiğini daha iyi göreceğiz. Diyarbakır Cezaevi’nde üç yıl yatan ve siyasetle hiç ilgisi bulunmayan Selim Dindar ile o hapishaneyi, o
    ‘cehennemi’ konuştuk. Bugün bir işadamı olan Selim Dindar anlattıklarıyla beni Dante gibi cehennemde dolaştırdı.

    ——————————————————————————–

    Diyarbakır AskeriCezaevi’ndekaçyıl yattınız?
    Üç yıl yattım.
    Hangiyıllar arasında?
    1981’de girdim, 1984’te tahliye oldum. Diyarbakır Cezaevi’ne girdiğimde 20 yaşındaydım.
    Hangi suçtan mahkûmdunuz?
    Biz sülale olarak seyitiz ve ben zengin bir ailenin oğluyum. O dönemde eğlence içinde yaşıyordum. Hiçbir siyasi faaliyetim yoktu. Zaten ben yakalanmadan önce de siyasi değildim, yakalandıktan sonra da olmadım. Ama tabii Cizreliyim ve 12 Eylül 1980’i orada yaşadım, nasibimi aldım. Bizim bölge eskiden beri KDP’liydi. Ailem de öyleydi. Haliyle benim de Barzani’nin partisine sempatim vardı ve ‘KDP’liyim’ diyordum. KDP nedeniyle arandım, sınırda yakalandım ve ceza yedim. Mardin’de 78 gün sorguda tutuldum. Oradan Diyarbakır’a götürüldüm ve mahkemeye çıkarıldım, tutuklandım.
    PKK ile herhangi bir ilişkiniz olmuş muydu?
    Olmadı. Ben hiç PKK’lı olmadım ve PKK’lı da değilim. Üç yıl boyunca hep tek başıma mahkemeye çıkarıldım ben.
    Hasan Cemal’le ‘Kürtler’ isimli son kitabı üzerine yaptığımız konuşmada, Hasan Cemal bana ‘Eğer biz gazeteciler, Diyarbakır Cezaevi’ni, insanlığa karşı işlenen suçların yaşandığı korkunç bir mekân olarak o dönemde tam sergileyebilmiş olsaydık, Türkiye’de belki bazı şeyler değişirdi. Ama biz orada yaşananları kıyısından köşesinden anlattık’ dedi. Aslında o dönemde Diyarbakır Askeri Cezaevi’yle ilgili pek çok söylenti vardı. Siz, Diyarbakır Cezaevi’ni tek bir kelimeyle anlatmak isteseydiniz hangi kelimeyi kullanırdınız?
    Cehennem… Biz sorgularda günlerce hiç kıpırdamadan tabutların içinde gözlerimiz bağlı dikine tutulduk. Falaka, elektrik verme, soğuk duş hepsini yaşadık. Sabahtan akşama işkence gördük, geceleri bir battaniye içinde koğuşun önüne bırakıldık. Meğer bunlar ne kadar demodeymiş. Biz esas vahşeti Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadık. Halbuki, yakalanmadan önce, işkencenin sorguda yapıldığını, cezaevine konulduktan sonra koğuşların rahat olduğunu sanıyorduk. Diyarbakır Cezaevi’nde ise sorgu işkencehanelerini özledik.
    Günlük hayat nasıldı orada?
    Akşama kadar eğitim vardı. Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60’tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk. Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12’si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu. Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk. Öğleden sonraları, gardiyan bize ‘Eğitime hazırlanın’ komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu.
    Niye?
    Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.
    Anlamadım…
    Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi’nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk. Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu. Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk. Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı’nın adamıydı. Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu. Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.
    İşkence görmemiş kimse var mıydı hapishanede?
    Yoktu. İtirafçılar dahi işkenceyi gördü. Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler… Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı. Batmanlı Veli Gürgen adlı bir genci de babasıyla getirdiler ve babasının gözünün önünde işkenceyle öldürdüler. Tayyip Erdoğan’a, belediye başkanlığı döneminde danışmanlık yapan gazeteci Altan Tan’ın babası Bedii Tan’ı da bir gardiyan işkenceyle öldürdü. Bedii Tan, işadamı Felat Cemiloğlu’nun ortağıydı. İkisi de bizim koğuştaydı.
    Bedii Tan nasıl öldürüldü?
    O, yüzünde devamlı tebessüm olan biriydi. Yaşlı olmasına rağmen, işkence yapıldığında bağırmıyor, yalvarmıyor, işkence yapanların gözlerinin içine bakıp tebessüm ediyordu. Bu tavrı, onları kızdırdı. Çok dayak yedi ve yatağa düştü. Yatağa düşünce gardiyan, ‘Onu bana getirin’ dedi. Götürdük. Bedii Tan
    ayakta duramıyordu. Kafasından bir bidon soğuk su boşalttılar. Yere yığıldı. Kalkması emredildi. Duvara tutunarak güçlükle kalktı. Kalkmasıyla beraber, gardiyan bir tekvando hareketiyle dönüş yaptı ve botunun tabanını Bedii Tan’ın göğsüne indirdi. Adamcağız kafa üstü yere düştü. Bedii Tan öldükten sonra koğuşa bir hâkim yüzbaşıyla asteğmen geldi. Bize, ‘Bedii Tan koğuşa gelmeden önce ishale yakalanmıştı. Bağırsak enfeksiyonundan öldü’ diye bir ifade imzalattılar. Biz ise aramızda anlaştık. Kim mahkemeye ilk çıkarsa bu cinayetle ilgili suç duyurusunda bulunacaktı. Mahkemeye ilk ben çıkarıldım ve ‘Bizim koğuşta cinayet işlendi’ dedim. Diğer arkadaşlar da suç duyusunda bulundular. Gestapo lakaplı o gardiyan sonra mahkûm oldu. Ben o ifadeden sonra bayılıncaya kadar dövüldüm.
    Sürekli işkence ortamında yaşamanın insan üzerindeki ruhsal etkileri neydi?
    İnsanın cezaevi dışındaki yaşamı hafızasından siliniyor. Eskiden tabaklı ve sürahili bir sofrada oturduğundan bile kuşkuya düşüyorsun. Annenin, babanın, kardeşlerinin yüzünü hatırlayamıyorsun. Tamamen cezaevine ait
    oluyorsun. Ben bu vahşeti 23 yıl önce yaşadım. Orada insanlar öldü, hayatta kalanların çoğu ise hastalandı. İnsanların duyarsızlığından hâlâ korkuyorum.
    Niye hâlâ korkuyorsunuz?
    Böyle bir vahşet tekrar yaşandığı takdirde gene sessiz kalacaklarından ürküyorum. Bakın, cezaevinde kendisine tekmil verdiğimiz bir ‘Komutan Co’ vardı. Benim cezaevindeki ilk aylarımdı ve hücrede kalıyordum. Gündüzleri hücrenin içinde esas duruşta marş söylüyorduk. Nefesim o gün pislikten kesilmişti ve çömelmiştim ki, Komutan Co’nun sesi geldi. Komutan Co hücrelerin önünde geziyor, oturanı görünce havlıyordu. O bir kurt köpeğiydi ve biz ona ‘komutanım’ diye tekmil veriyorduk. Gardiyan bize onu , ‘İşte komutanınız’ diye tanıtmıştı. Komutan Co’ya tekmil vermemiz emredilmişti.
    Her an işkenceye uğrayabileceğini bilmenin, çevrede sürekli işkence edilenleri görmenin yarattığı dehşet duygusuyla nasıl baş edebiliyordunuz peki?
    Bunu, onurlu kalmanın bir bedeli olarak görüyorduk. Çünkü karşındaki kişi, senin insanlığını elinden almak istiyordu. Sen de insanlık onurunu korumak için direniyordun.
    Orada, normal hayatın dışında bir hayat sürüyordunuz. Bir insanın algılamakta zorluk çekeceği şartlarda yaşıyordunuz. Bu, gerçeklik duygunuzu nasıl etkiliyordu?
    Yaşadıklarımızıngerçekliğinden kuşkuya düşebiliyorduk tabii. Mesela Mehmet Salih Besen olayında gerçeklik duygumu ben tamamen yitirdim. 50 yaşlarındaydı. TKİ’de memurdu. Kendisini ve bizleri ölü zannediyordu. ‘Biz ölüyüz, şu anda kabirdeyiz’ diyordu. Biz, ‘ Amca yok öyle bir şey, gerçek hayattayız’ desek de, koğuşun aslında bir mezar olduğunu öyle mantıklı savunuyordu ki, ben dahil bazılarımız ölü olduğumuza inanmaya başlamıştık. Mesela cuma günleri görüşme günümüzdü. Bize soruyordu. ‘Bizi ziyarete gelenlere biz dokunabiliyor muyuz? Hayır. Bize uzaktan bakıyorlar, ağlıyorlar ve gidiyorlar. Çünkü onlar bizim kabrimizi ziyaret ediyorlar. Cizre’de biliyorsunuz kabir ziyareti cumalarıdır’ diyordu. Gardiyanların da Zebani olduğunu söylüyordu. Gerçekten de koğuşun camları boyalıydı. Biz dışarıyı göremiyorduk, koklayamıyorduk, duyamıyorduk. Bu durum uzun sürdü ve ona yaşadığımızı bir türlü ispat edemiyorduk. Bir gün mazgal açıldı ve ‘Mehmet Salih Besen hazırlansın, tahliye oluyor’ dendi. Ben şahadet getirdim. Dedim ki, ‘Biz yaşıyoruz…!’
    Peki o yaşadığına inandı mı?
    Hayır. ‘Seyidim beni gönderme. Sen bana sahip çıkıyordun. Şimdi tek başıma mahşere hesap vermeye gidiyorum’ diye ağladı. Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt’teki sivil cezaevine götürmüşler. ‘Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım’ demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca’nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca’ya vermiş. Salih Amca, hanımına ‘Ben sağ mıyım, ölmedim mi?’ diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.
    Diyarbakır Cezaevi’ndeki mahkûmlardan dördü kendilerini koğuşta yakmıştı. Kimdi o dört kişi?
    Ferhat Kortay, Necmi Önen, Mahmut Zengin, Eşref Anyık. 1981’in sonlarında itirafçılık başladı. İtirafçılar ayrı koğuşa kondu, onlara işkence yapılmadı. Onlar, spor yapıp, televizyon seyrediyorlardı. İtirafçıların sayısı da her gün artıyordu. Bu dört kişi, itirafçılara ve işkenceye karşı eylem yaptılar.
    Onlar kendilerini yaktığında siz orada mıydınız?
    Aynı koğuştaydım. Ferhat Kortay hemşerimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. ‘Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet’ dedi.
    Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca’nın başucuna gittim. Eğildim, ‘Hocam bir şeyler söyle’dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, ‘Bana türküyü söyle’ dedi. ‘Sevdalım’ adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu.
    Hapishaneden çıktıktan sonra neler hissettiniz? Hapishanenin sizin üzerinizde bıraktığı etki neydi?
    Tahliyeden bir hafta sonra askere alındım. Askerlik psikolojik tedavi oldu. Çünkü orada da elbiseler cezaevindekiyle aynıydı. Fakat muamele farklıydı. İşkence, ölüm, hakaret yoktu. Askerde bana hiç görev verilmedi, hiç baskı yapılmadı. Ama ben yine de kendimden nefret ediyordum, yaşadıklarımı haykırmak istiyordum, haykıramıyordum.
    Hapishaneden çıktıktan sonra psikolojik tedavi gördünüz mü?
    Maalesef. Neler yaşadığımı bir ben, bir de ailem bilir. Normal insan gibi yürüyebilmek için bir hafta çalıştım. Tuvalete bile nizami adımlarla gidiyordum. Anneme babama emredersiniz diyordum. Sokağa çıktığımda herkesin beni gözlediğini sanıyor, gizlenmeye çalışıyordum. Beni, iki arkadaşım kolumdan girip sokakta yürütüyordu.
    Diyarbakır Hapishanesi’nde yaşananlar Güneydoğu’daki olayları nasıl etkiledi sizce?
    Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi’ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80’den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. ‘PKK hareketi 1984’te patladı’ derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi’nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.
    Aradan uzun bir zaman geçti. Hapishanenin izlerini hâlâ içinizde taşıyor musunuz?
    Evet. Ama tuhaftır konuşmak, anlatmak da istiyorum. Benim dile getirdiklerimin siyasetle bir ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanılan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım, Diyarbakır Cezaevi’nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor, bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. Benim hanımım ve çocuğum var. Kalabalık bir ailem ve dost çevrem var. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin önünde hüngür hüngür ağlıyorum, ağlıyorum…

    ERTUĞRUL MAVİOĞLU
    İSTANBUL – Diyarbakır 5 No’ lu Cezaevi’nde 1981-1984 yılları arasında 34 tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun da sakat kalmasına ve sinir sistemlerinin tahribine neden olan uygulamaların üzerindeki sis perdesi aralanıyor. 20 tutuklunun aldığı ağır darbelerle, beş tutuklunun da açlık direnişinde öldüğü, koşulları protesto eden beş tutuklunun kendini asarak, dördünün de kendini yakarak yaşamına son verdiği, ‘vahşet dönemi’ diye adlandırılan bu yılları yaşayan 29 tanık ile iki savunma avukatının anlatımı, Serbesti adlı derginin 14. sayısında yayımlandı.

    Ceza alan olmadı
    Hiçbir görevlinin ceza almadığı bu dehşet süreciyle ilgili duyduklarını 1987’de bir kez de yaşayanlardan dinlemek isteyen yazar Aziz Nesin’le ilgili bir anekdotu, iki yılını bu cezaevinde geçiren Nuri Sınır şöyle aktarıyor:
    “Aziz Nesin, ‘Çocuklar’ dedi, ‘Bu cezaeviyle ilgili çok şey söylendi, ancak siz orada yaşadınız, sizden dinlemek istiyorum.’ 28 olay anlattık. Aziz Nesin çok dalmıştı, pencereden yağan karı seyrederken bir ara dönüp baktı ve şunu söyledi: ‘Yahu çocuklar, kendi hayal dünyamı çok geniş biliyordum. Ama Kürtlerinki daha çok genişmiş.’ Aziz Nesin, bizim anlattıklarımıza inanmadı.”
    İşte tanıklardan birinin, “Durduğumuz yerde 16 saat diz çökerek bütün sesimizle ırkçı-turancı marşlar söylüyorduk” diye özetlediği ‘Türkiye’nin Aushwitz’inden günlük yaşam manzaraları:

    Banyolu mu TV’li mi?
    Haluk Yıldızhan (Diyarbakır doğumlu): Gözaltından gelenleri genel olarak sinema salonuna değil de, o zaman 37 olarak adlandırılan, daha sonra 36 adını alan hücrelere götürürlerdi. Burada, “Banyolu mu televizyonlu koğuş mu istersin?” diye sorup, cevap ne olursa olsun her iki durumda da alt katlardaki tuvaletleri tıkanmış ve pislik içindeki lağım sularının ve insan dışkılarının yüzdüğü bir yerde süründürülür, günlerce işkence ve kaba dayakla hoş geldin safhasında yıldırdıktan, tamamen teslim aldıklarına inandıktan sonra koğuşa gönderirlerdi.

    Yoruluncaya dek dayak
    Osman Karavil (Diyarbakır doğumlu): Koridorda sıra dayağından geçirildikten sonra hücrelere dağıtıldık. Tek kişilik bu yere yedi kişi sığdırıldık. Askerler göründü, ‘Ellerinizi uzatın’ dediler. Hücrenin, kapı ve penceresinden ellerimizi uzattık. Yoruluncaya kadar dövüp gittiler. Bu dayaklar, tahminen her yarım saatte bir tekrarlandı. Sonra hücre dayağı düzenine geçildi. Günde üç fasıl, sabah, öğlen, akşam…

    Garabet’e sünnet
    K.Y. (Diyarbakır doğumlu, 16 yaşında tutuklandı): Bana cop sokmaya çalıştılar, çok direndim, kafamı duvarlara vurdum, kendime büyük zarar vereceğimi gördüler, benden vazgeçtiler. Ama arkadaşlarımdan yaklaşık 200-250 insana cop soktular. Aslen Ermeni olan Garabet Demircioğlu arkadaşımız vardı. Maşallahlı sünnet elbisesi giydirerek, törenle sünnet ettirdiler, ismini de Ahmet olarak değiştirdiler.

    Koç mu kuzu mu?
    Nazif Kaleli (Şanlıurfa doğumlu): Üzerinde 40 çivi olan bir sopa vardı, onunla vuruyorlardı. Bir tane ‘kuzu’ dedikleri sopa vardı, bir de ‘koç’. Biz her zaman copu tercih ediyorduk. Cop korkunç acıtıyordu, ödem oluşturuyordu, ama daha sonra geçiyordu. Ancak sopalar kemikleri eziyordu.

    ‘Ağzına işeyeceksin’
    Cevdet Baran (Diyarbakır doğumlu): Bişar Akbaş adında bir arkadaş vardı. Gardiyanların emrine karşı çıkıyordu, yürümüyordu, hem rahatsızdı hem de inat ediyordu. Bir gün gardiyan kolumdan tuttu ve “Çık” dedi. Bişar’ın yanına götürdüler. Onu karın içine yatırmışlardı ve bana dediler ki, “Ağzına işeyeceksin.”
    “Yapmıyorum” demedim. “Gelmiyor komutanım” dedim. Beni dövmeye başladı. Epey dövdü, karın içinde sürdürdü, tabanlarıma vurmaya başladı. Ne yaptıysa “Gelmiyor” dedim. Sonunda beni de Bişar’ın yanına yatırdı.

    Kelime başı 150 sopa
    Hasan Daş (Mardin doğumlu): Hücreler kötü, koğuşa gitsem rahat ederim, diye düşünüyordum ki, 6’ncı Koğuş’a götürdüler. Gardiyan geldi, ‘Yeni gelenler öne çıksın’ dedi. Elinde bir değnek, değneğin adı Haydar.
    Bana, ‘Kaç gün hücrede kaldın’ dedi. ‘Bir ay’ dedim. ‘Atatürk’ün gençliğe hitabesini ve andımızı da mı ezberleyemedin?’ ‘Hayır, okumam-yazmam yok komutanım’ dedim. Haydarla bayıltıncaya kadar dövdü. 53 tane marş ezberledim. Her bir kelimesi için yüz ellinin üzerinde cop yedim desem, asla mübalağa olmaz.

    Copu dişlettiler
    Mehmet Ece (Van doğumlu): Bir gün gardiyan çağırıp dövdükten sonra ağzıma cop sokup “Dişle” dedi. Copu dişlediğimde hızla çekti ve önden iki dişim kırıldı. Kırılan dişlerimin kökleri kaldı. Bir hafta sonra yüzüm, gözüm balon gibi şişti. Aynı gardiyan, “Niye yüzün şiş” diye soruyordu.
    “Ranzadan düşerken dişlerim kırıldı komutanım” diyordum.

    ‘Ranzadan düştüm’
    Mehmet Emin Kardeş (Mardin doğumlu): Dövüyorlar, muhakkak dövdüğü kişinin bir tarafını da kırıyorlardı. “Ne oldu sana” diyorlar, “Ranzadan düştüm komutanım” diyorduk. Herkese avuç avuç bok yediriyorlardı, bu çok sıradandı. 23’üncü Koğuş’ta Y.A. adında bir arkadaşımız vardı. Herkesin gözü önünde ona cop soktular. Cop sokma, bok yedirme çok adettendi.

    Köpeğe tekmil
    Paşa Akdoğan (Diyarbakır doğumlu): Tıraş kremini, kalın çizgiler şeklinde yüzümüze sürdüler, sonra upuzun ince bir ip getirerek, “Tren yapacağız” dediler.
    Herkesin kamışına ip bağladıktan sonra “Koş” dediler. Koşuyoruz ama en ufak bir şekilde geride kalmak herkesi gerdiriyordu ve aynı zamanda hep birlikte oturup hep birlikte kalkmak zorundaydık. Bir süre o şekilde koşturup yat-kalk yaptırdılar. Sonra alt hücrelere indirdiler. Banyo dedikleri de lağımdı. Köpeği öyle alıştırmışlardı ki, tekmil vermediğin zaman saldırırdı. Üzerimizdeki elbiseleri parçalardı ve hiçbir şekilde ona karşı bir şey yapamazdık.

    ‘Kanlı karavana yedik’
    Selahattin Bulut (Mardin doğumlu): Kapı açılıp karavanayı içeriye getirmeden önce gardiyan bizi çok döverdi. “Verdiğim yemeğin hakkını istiyorum” derdi, ta ki bir tarafımızdan karavanaya kan akana dek döverdi. O işkence döneminde günde üç öğün, kanlı karavana yerdik. Diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri yediriyorlardı. Cezaevine Türkçe bilmeyen ziyaretçi alınmazdı.
    Türkçe bilmeyen nenem, dilsiz taklidiyle görüşe girdi. Ağzından bir kelime çıkmadı. Sadece hıçkırıyor, yaşlı gözlerle bana bakıyordu. Ben çıkmadan da öldü.

    ——————————————————————————–

    Çıplak koridor temizliği
    Behlül Yavuz (Diyarbakır doğumlu): Bir gün, “Sizi hamama götüreceğiz” dediler. İki ayda bir yarım kova soğuk su bize ya düşüyor ya düşmüyor. Bu hamam nereden çıktı diye endişelenmeye başladık. Hamama gittik, “Soyunun” dediler. Herkes çırılçıplak soyundu. “Su dök”, biraz su döküldü. “Sabun sür”, sabun sürüldü.
    “Su dök”, biraz su döküldü ve “Giyin, çık dışarı” dediler. O ıslak ve sabunlu halimizle, atlet ve külotları giydik. Büyük koridorda, “Tek kol sıra halinde dizilin” dediler. O koridor, dayaklar nedeniyle hep kan ve irindi. Birinci sıra kaba kirleri sildi, ikinci sıradakiler arta kalan ince tabakayı siliyorduk, üçüncü sıra da tertemiz siliyordu ve o halde bizi koğuşa geri getirdiler. O pislikle yatmak zorundaydık. Her taraf kan ve irindi. Aşırı bir bitlenme vardı. Sekiz saat sürekli dayak yiyorduk. Dayak yemediğimiz yemek aralarında ve molalarda da birisi Atatürk’ün nutukları ve yaşamını okur, biz de tekrarlardık.

    ——————————————————————————–

    ‘Ölebilirim’ dedi, öldü
    Cemşit Bilek (12 Eylül döneminde Diyarbakır’da siyasi dava avukatı): Müvekkillerimiz mahkemede hazırolda duruyordu. Konuşma hakları yoktu. Sandalyede oturmuş, ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. Kafalar sıfır numara tıraşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak, tek bir noktaya bakarak, put gibi durmak zorundaydılar. Ölümü de göze alarak kalkıp konuşanlar oluyordu. Rahmetli Necmettin Büyükkaya, geldiği son duruşmada ayağa kalktı, söz istedi. “Bir sonraki mahkemeye kadar yaşamayabilirim, haberiniz olsun, beni sürekli tehdit ediyorlar. Sonra ‘Yok kalpten gitti, şundan, bundan gitti’ türünden düzmece bir tutanak da tutarak beni öldürebilirler. Ancak gördüğünüz gibi ben çok sıhhatliyim” dedi. Ve gerçekten de bir sonraki mahkemeye gelmeden öldürüldü.

  4. Yazan:VolkanS Tarih: Eki 9, 2007 | Reply

    @demokrat kürt

    Kürtlerin çektikleri terörizmi meşrulaştırmaz. Siz de şu an terörü kınayacaksınızki kürt sorunu – diyarbakır cezaevi vs. rahatça konuşulabilsin.

    Bu arada sınır-ötesi kararı çıkmış. Sınırdan 5-10 km girip ufak çaplı operasyonlar yapılabilir. Fakat büyük çaplı bir operasyon faydadan çok zarar getirebilir. Sedat Laçiner güzelce anlatmış:
    http://www.ntvmsnbc.com/news/422360.asp

  5. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Eki 9, 2007 | Reply

    Demokrat Kürt adli arkadasin söylemek istedigi bence bir terörün digerini mesru kilmasi degil. AKP veya MHP veya CHP devlet terörünü kinayabildiler mi bugüne kadar? Mesele bu. Eger kinamadilarsa DTP ile ayni durumdalar demektir.

    Sinir ötesi ise sakat bir mevzu, bir bilmece :

    1) sinir içinde yapamadigimiz ne var ki Irak’ta yapabilecegiz?
    2) Musul ve Kerkük’ten gelebilecek lojistik destek kesilmedikçe üslerine yakin pozisyonda savasan PKK daha güçlü olacak bizim birliklerimiz ise üslerinden uzaklastiklari için daha zayif.
    3) 23 defa yapilmis bir operasyonda neyi basaramadik ki bu sefer basaracagiz? Veya ne için tekrar edecegiz?

  6. Yazan:Bigalıoğlu Tarih: Eki 9, 2007 | Reply

    diyarbakır cezaevinde işkence vardı da memleketin baska cezaevlerinde iskence yok muydu?

    oradaki psikolojik duruma bir de asker gozuyle bakmak lazım.
    3 yıldır tıras oldukları berberi bir aksam terorist olarak yakalıyor.alaya ekmek getiren adam bir catısmada olu olarak ele geciriliyor.3 tane adamı koyde kıstırıyorsun,adamlar kus olup ucuyor.

    orada psilojik bir savasta var.olaylara tek taraflı yaklasmayalım.gecmiste onyargılarla bazı hatalar yapılmıs olabilir,gerek ordu tarafından gerek devlet tarafından.ancak karsı tarafın hic mi hatası yok?

    devlet bu hataları sadece orada yasayan kurt vatandaslarımıza karsı mı islemis?memleketin baska yerleri demokrasi ve ozgurluk abideleri mi?

    bence cozum karsılıklı olmalı.ve bu yolda adımlar atılıyor.
    oradaki vatandasla,pkk’yı ayırmamız lazım.burada en buyuk gorev orada yasayan vatandaslarımıza dusuyor.sonrasında oradaki toplumsal kalkınma icin siyasi ve ekonomik adımlar atılabilir,ayrıca terorle mucadele icinde askeri kararlılık sarttır.

    basit bir cozum,kurt vatandaslarımız torerle mucadele icin oradaki guvenlik guclerimize yardımcı olsunlar.bakın gorun bu sorunlar nasıl hızlı cozumleniyor.

  7. Yazan:Ahmet Tarih: Eki 9, 2007 | Reply

    daha ne duruyoruz buna bır son verekım

  8. Yazan:Ç-Z Tarih: Eki 9, 2007 | Reply

    Asagidakileri okuyun, “bilmiyordum” diyemezsiniz artik…
    Bunları biliyoruz ve hatta bunların sadece teröristlere değil adi hırsızlık suçundan mahkum olmuşların dahi başına geldiğini biliyoruz…Bunları bilip nefret,şiddet duyguları ile mi hareket etmeli yoksa sorun ve çözüm nedir diye kafa mı yormalı…

    Sayın Demokrat Kürt bu bilinen gerçeklerin kime ne kazandırdığını da düşünmüşsünüzdür?

    En azından bunları bilen ve bilinmesi için paylaşan siz çözüm için hangi fikrin sahibi oldunuz?
    PKK’ya terörist diyecekseniz…
    Demeyeceksek ne diyeceğiz?
    devlet terörünü de unutmayin ! bu tip düşünce asla çözüm üretemez.

    PKK,Kürt kimliği ve halkı arkasına saklanıp maşa olmaya devam ettiği ve Kürt halkının siyasal çözüm arayışı ile meclise kendini temsilen gönderdiklerinin yolunu terörist eylemlerle tıkadığı müddetçe devletin silahsız çözüm arayışlarının da önünü tıkamış olacak.
    İstenilen bu mu?

  9. Yazan:VolkanS Tarih: Eki 10, 2007 | Reply

    Kürt Sorunun çözülmesinde ülkenin okur-yazar insanlarına büyük iş düşüyor.

    Türk tarafı, kürtlerin yıllar boyu süren mağduriyetini kabul etmeli. Diyarbakır cezaevindeki işkenceleri hırsıza karakolda uygulananla kıyaslamak işkencenin boyutu açısından mümkün değil elbette. Fakat burada önemli bir nokta var, oradaki insanların önemli bir kısmına sırf kürt olduğu için işkence edildi, çaldığı ya da vatan haini olduğu için değil.

    Aynı şekilde, “sadece güneydoğu değil, türkiyenin birçok yöresi sıkıntı çekti” argümanı da sağlıklı değil. Kürtler sırf kürt oldukları için aşağılandı ve kürt kimlikleri, dilleri kültürleri yıllarca bastırıldı. İç anadolu köylüsü de fakirdi belki ama iç anadolulu olduğundan dolayı bir ayrımcılığa maruz kalmadı. Bunları görmemiz lazım.

    Kürt tarafı da kendini teröristlerden ayırmalı. Yukarıda değindiklerim teröre sebep olabilr ama asla onu meşrulaştırmaz.

    Terörizm kürtlerin hak ve özgürlükler mücadelesine zarar veriyor. DD’deki anketten bile bunu görmek mümkün. Terör olaylarından sonra A maddesi birden yükseldi. Terörün durduğu AKP nin ilk yıllarında kürtlere bir takım haklar verilebilmişti ama bu esnada ilerlemek mümkün görünmüyor.

    Velhasıl ülkenin tüm vatandaşları olarak böyle acı bir günümüzde bile duygularımıza kapılmadan soğukkanlılıkla düşünmemiz gerekiyor.

  10. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Eki 10, 2007 | Reply

    Volkan son mesajindaki gözlemlerine katiliyorum, anketin yeni yanitlari sertlikten yana son iki gündür.

    Ama bu resmen PKK’nin tuzagina düsmek, PKK adam öldürüyor o halde “kürtlere hak vermeyelim” dedirtmek için isleniyor bu cinayetler. PKK’nin istediginin tam tersini yaparak çikariz bu tuzaktan.

    Ayrica kürtlerin PKK ile aralarina mesafe koymasini istemek imkânsiz, zira silahli askerlerin bile hayati tehlikede iken sirtina silah dayanmis bir kürt kendini nasil savunsun PKK’ya karsi, nasil yardim etmesin, nasil gösterilere katilmasin?

    Burada güçlü aktör Türkiye Cumhuriyeti oldugu için ilk adimlari da o atmali, zaten ölenlerin bir kismi da kürt (http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=598896) o halde sehitlerimiz ile kürtçe egitim özgürlügü arasinda bir korelasyon kurmayalim.

    Kürtlerin mesru taleplerini bir taviz olarak degil zaten hakedilmis bir sey olarak verelim.

    Mesela basörtüsü yasagi kalksa bir taviz mi verilmis olur yoksa bir normallesme mi sayilir?

    Biz Devlet-Halk iliskilerini normallestirelim ki PKK’nin yandas toplamasi zorlassin.

    “Terör artti, deokrasiyi askiya alalim” demek terörün tuzagina düsmek olur. Terörün çaresi daha fazla demokrasi.

    ALLAH en kisa zamanda bu kara günlerin sonunu göstersin hepimize.

  11. Yazan:Ç-Z Tarih: Eki 10, 2007 | Reply

    AKP nin bölgeye götürdüğü hizmetler artmış.Kürt sorunu olduğunun altını çizdiği için de,halk insan yerine koyulduğunu hissetmiş ve çözüm için umut olabileceğine inandığı için de bu partiye oy vermiş.

    AKP buradaki halka “yok”muş gibi davranmamış onları “adam yerine”koymuştur.Her Kürt teröristtir dememiştir.
    AKP bu bölgelerde fukaralığı yada dini kullandığı için oy almamıştır.

    Terör neden şimdi arttı?
    AKP demokratikleşme adına attığı adımlarla bölge halkının seçeneği haline gelmiş ve halk terörist örgüte sırt dönmeye başlamıştır.Terör eylemlerinin artması ile şehitler üzerinden infial yaratılarak hükümetin bu demokratikleşme hareketlerinin önü kapatılarak bölge halkının yine bu güç kaybeden terör örgütüne çözüm için sarılıp destek vermesi sağlanmaya çalışılıyor.

    Profesyonelleşmiş bir terör örgütü halkı sindirip,desteğini sağlayamazsa nasıl var olabilir ki?

    Çetin kış şartlarında hayatta kalabilmek için bölge halkını sindirip korkutarak ellerindeki erzağı gasp eden,bölgedeki asker varlığından haberdar olmak ve saldırı düzenleyebilmek için yine bu halkı gözcü olarak kullanan bu örgüt varlığına sindirme,korkutma ve çaresizlikle destek olan bu halkın desteğini kaybetmek ister mi?

    Herkesin hemfikir olduğu bu destekten mahrum kalan ve güvenlik güçlerinin de sürekli müdahalesi karşısında terör örgütü olarak var olmaya devam edebilir mi?
    23 sene önce ortaya çıkan bir avuç eşkıyayı şikayet eden halka “kendiniz başa çıkın” diyenler bugün sınır ötesinde savaşmayı düşünüyorlar.Bölge halkı bile sağduyu ile çözümün nasıl elde edileceğini biliyorken ne kadar süreceği ve düşman sayısını arttıracağı bu kadar belli bir sınır ötesi müdahaleyi kim hangi akla hizmetle savunur bilemiyorum.
    Bölgedeki onca yoksulluk,yoksunluk ve teröre rağmen oradaki halk yine de sağduyu ile kendini Kürtlere eklemleyen bir partiden ziyade başka bir partiye itimat etmiştir.Şimdi terör örgütü eylemleri ile aslında silahını kime doğrultmuş oluyor,ısrarlara rağmen sınır ötesi müdahaleye hayır diyen bir hükümete mi,insanca yaşamayı hak eden bölge halkının haklarına mı?

    Bu bir partizanlık değil sadece 23 senedir silahlı mücadelenin sonuç vermediğini görüp,çözüm için ortada olan başka ihtimallere de verilmesinin gerekliliğini düşünmek.Bu tip durumlarda savaş kararı alınabilir ama istendiği anda alınan bu savaş kararından geri adım atılamaz.Sınır ötesinde savaş şehit sayısını,düşman sayısını arttıracak ve o gün geldiğinde “yeter” diyen canı yanmışların sesi duyulmayacak. İşte o zaman belki çözümü bedeline bakmaksızın başka ülkelerin arabuluculuğunda arayacağız.

  12. Yazan:Haydar Tarih: Eki 10, 2007 | Reply

    9 Ekim 2007

    Başbakan Erdoğan, … “Terörü bitirme noktasında kararlıyız. Bunun için bütün kaynaklarımızı kullanacağız” diye konuşan Erdoğan, Türkiye’nin terörle mücadeledeki kararlılığını göstermesi için ne gerekiyorsa yapılacağını vurguladı.
    ———

    9 Ekim 1997

    (Hurriyet Gazetesi)

    PKK’ya Hakurk kýskacý

    Kuzey Irak’taki Þafak Harekâtý sürerken, Ýran-Irak-Türkiye sýnýrýný oluþturan ve PKK’nýn önemli kampýnýn bulunduðu Hakurk Vadisi, savaþ uçaklarýnca bombalandý. Türkiye sýnýrýna yakýn sýnýr þeridindeki bölgeyi denetim altýna alan Mehmetçik, nokta operasyonlarýný sürdürürken, Diyarbakýr’dan havalanan F-4 ve F-16 savaþ uçaklarý PKK’nýn ‘‘Hayat yolu’’ olarak nitelediði Hakurk’u bombaladý. Abdullah Öcalan’ýn kardeþi Osman Öcalan’a baðlý teröristlerin üslendiði Hakurk’a, uçaklarýn yaný sýra Cobra ve Süper Cobra helikopterleri de saldýrdý. Aðýr silahlarlarýn kullanýldýðý Hacümran, Rewandüz Diana ve Gelale kasabalarý çevresindeki çatýþmalarda ise 8 peþmerge ile 4 teröristin öldüðü belirtildi. Askeri yetkililer harekâtýn ilk gününden bu yana öldürülen terörist sayýsýnýn 550’yi aþtýðýný bildirdi.

    Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreter Yardýmcýsý Korgeneral Teoman Ertan baþkanlýðýndaki bir askeri heyet, dün Diyarbakýr’a geldi. Heyet daha sonra helikopterle Kuzey Irak harekâtýnýn sevk ve idare edildiði Þýrnak’a gittiler. Bu arada, bölgedeki geliþmeler üzerine Adana’daki Ýncirlik ve Suudi Arabistan’daki hava üslerinde ‘‘Çekiç Güç’’ uçaklarý keþif uçuþlarýnýn sayýsýný artýrdý.
    http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1997/10/09/13135.asp
    ————
    9 Ekim 1987

    …nin elektronik gazetesi yok.
    Olsaydi eminim yine benzeri “bitirecegiz” haberleri vardir.

    ***

    Bu gune kadar Turkiye Iraka 23 kere girmis.
    Tam 27 senedir hep ayni olaylar, ayni gozyaslari, ayni demecler.
    Sonuc: 35 bin vatan evladinin can kaybi ve meselenin hallinde gram adim atilmamis.

    ***

    Gene nutuklar, gene tezkereler, gene mansetler, gene gozyasi… fakat hukumetten bir Allahin kulu tutupta:

    -iyi tamamda giripte ne yapacaksin?
    -amac ne?
    -sonucunda ne umabiliriz?
    -23 kerede varilan sonuc malum. 24 kere ile ne degisecek?
    -akliniza baska bir cozum yolu hic getirmezmisiniz?
    …demiyor.
    ***

    Halk ise; galeyan aslanim galeyan.
    Hemde 27 senedir ayni telden nutuklari dinledigi halde “yav bi dakka! bizi cocukmu zannediyorsunuz” demiyor.

    Hayret!

  13. Yazan:Mehmet Yılmaz Tarih: Eki 10, 2007 | Reply

    Diyarbakir hapishanesindeki iskencelerin yapildigi 1981-84 ile PKK’nin eylmelerinin “kontrolden çiktigi” dönemin ayni tarihlerde olmasi bir rastlanti mi acaba?

    Terör ile mücadele baska sey terörist ile mücadele baska sey (Laçiner’in dedigi gibi)

  14. Yazan:Haydar Tarih: Eki 10, 2007 | Reply

    Daha once Apocular olarak bilinen orgut 1984 te partilestigini yayinladi.

    12 Eylul oncesi Siyasal BF deki solculuk aleminde 9 kisilik -kabadayi grubu- olarak taniniyorlardi. Kenan Evren yaptigi darbeyi mesru kilacak ya… bu adamlari “bakin memleketi boluculer bile sardi” diye lanse edip peslerine dustu. Birkac ay icinde bu adamlarin -muhtemelen- ugramis oldugu koyleri, mahalleleri -desinler diye- koca birliklere darmadagin ettiler. Bunuda TV gazetelerde boburlene boburlene anlattilar. Her eziyet ettigi koylu aileye karsilik bir kac genc daga, birkac genc zindanlara gitti. Kenan Pasanin arzusu uzerine -nur topu- gibi bir sorunumuz oldu.

    Henuz darbenin sokunu uzerinden atamamis halk “vay beee bak neler varmista haberimiz yokmus… cok yasa Kenan Pasa” hallerine girdi.

    9 kisilik haydut grubunu uluslararasi bir terorist organizasyonu haline donusturen Kenan Evren ve ondan sonra gelen pasalarimiza ne kadar tesekkur etsek azdir.

    Mesele 27 senedir oyle “rutin” hale geldiki artik olaylari mac izler gibi aliskanlik haline getirdik.
    Biz-onlar.
    Biz gol attik.
    Vay gol yedik.
    Sahaya ineriz…!

    Hilmi Ozkok Pasanin bir sozu vardir:
    “Herkes hakettigi gibi yonetilir”.

  15. Yazan:VolkanS Tarih: Eki 12, 2007 | Reply

    mehmet bey,

    elbette sırtına silah dayanmış kürtten PKK yı kınamasını beklemek makul değil. Fakat buraya “terörist diyecekseniz” diye (muhtemelen evinden) yorum yazan “demokrat kürt” ün sırtında silah mı vardı?

  16. Yazan:seher Tarih: Eki 21, 2007 | Reply

    teröritlerin allah belasını versin artık terörist olayı bitsin askerlerimiz ölmesin

  17. Yazan:Gülcin Kacar Tarih: Kas 17, 2007 | Reply

    Savaşmadan anlaşsak olmaz mı ?
    Ben hakların savaşarak kan dökerek elde edileceğine inananlardan değilim.
    Ben savaşmadan kan dökmeden hakların alınabileceğini düşünen aptallardan biriyim.
    (size göre böyle düşündüğüm için )
    Geçmiş dünya tarihine bakınca
    Çoğunlukta geri kalmış toplumlar savaşmış
    Savaşlardan sonra anlaşmalar imzalanmıştır,
    Peki, madem anlaşacaktınız niye savaştınız.
    Buda bize şunu gösterir
    Savaşmadan önce anlaşmak.
    Savaşmadan kan dökmeden
    Harp sanayinin doymaz patronlarını daha zengin etmeden,
    Akbabaları sevindirmeden
    Masaya oturup kardeşçe insanca
    Yüzlerce yıl bir arada yaşamış insanları bir birine düşman etmeden,
    Bölünmeden ( birlikten kuvvet doğar)
    Çözüm üretsek
    Her kes doysa,
    İşi olsa,
    Okulu, hastanesi olsa
    Birlikte kazansak birlikte tüketsek
    Bu dengesiz dağılıma karşı savaşsak olmaz mı?
    Her iki tarafta harp malzemelerine paraları yatıracağına
    Okul, hastane kursak yollar yapsak
    İnsanımızın mutluluğu, refahı için çabalasak olmaz mı.

    Madem anlaşacaktık
    Neye savaştık
    Kanlar aktı
    Canlar aldık

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin